15 Haziran 2010 Salı

ÖMER GÜNERİ’N ARDINDAN - Harun Yavruoğlu




Tarih: 13.06.2009 Saat: 09:09:57 (1288 okuma)

Basın öncüsü Ömer Güner’in yaşadığı Trabzon’la yüreği arasında bir sevgi bağı bulunmaktadır...Trabzon onunla hep önde. Ahmet Özer
Trabzon’un basın tarihi Ömer Güner’den sorulur. Abdulkadir Yücelman
Coşku dolu sevimli amca. Ahmet Şefik Mollamehmetoğlu
Sayın Ömer Güner çevre ve kültür değerlerinin korunması konusunu savaşım gündeminin baş sırasına cesaretle almıştır. Alaettin BahçekapılıÖmer Güner daima yararlandığım, kamuya yönelik ağırlıklı yazıların sahibidir. Ali Rıza UzunerÖmer Güner hiçbir zaman gazeteciliği bir yerlere gelmek için kullanmadı. Atilla AşutÖmer Güner taptaze bir beyin ve yorulmayan bir yürek. Ayşe sevimÖmer Güner Atatürk ilkelerinden ödün vermeksizin yıllardır ürettikleriyle etrafına ışık tutmuştur. Bekir Gerçek
Ömer Güneri anlatmak öyle zor ki! Pardon kolaymış. Ergun AtaAkıl, denge ve sorumluluk timsali bir Trabzonlu. Prof.Dr. Ersan Bocutoğlu O, bir Trabzon sevdalısı... Faruk Nafiz Özak Kapı yoldaşım, vay Ömer’im vay!.. Fikret Otyam
Atatürk devrim ve ilkelerini benimsemiş cumhuriyetçi Ömer Güner, iyi ki sizi tanımışım. Dostum ve fikirdaşım olduğunuzu bilmek bana yaşam sevinci veriyor... Gılman Kahyaoğlu Peremci Ömer Güner bir yurtseverin özgün kimliğidir. Harun Postanoğlu
İhtiyar delikanlı. Gazeteciliğe adım attığı günden bu güne masa başında üretmedi. Gezdi, inceledi, konuştu, gözlemledi ve yazdı...
Hasan Kurt
Trabzonluların Ömer emicesi, “Gök renginde Trabzon” yazdı,”Düşler ve düşünceler”i ekledi kitaplarına. Işık Kansu
Trabzon’da bir simge Ömer Güner. İbrahim Dizman
Yüreği vatan sevgisi,demokrasi aşkı ve manevi değerlere saygıyla dolu... İskender Önal
Ömer emiceyi anlatmak zor değil, yaptıklarını gözlemlersiniz, hareketlerini bir ağacın yeşerip büyümesini ifade eder gibi anlatırsınız. Asıl olan onu anlatmak değil anlamaktır. Murat Taşkın
Yaşına ve sarsılmış sağlığına inat, içindeki yazma ve üretme tutkusu onu dostlarına ve yaşama sıkı sıkıya bağlıyordu. Necdet Durgun
Herkesin kalbini kazanmasını bilen bir dost. Necmettin Karaduman
Ömer Güner, Basın öncüsü bir dünya insanı. Neriman Calap
O, bir Trabzon beyefendisi. Nermin Canalioğlu
Ömer Güner İnsan sesidir. Osman Bolulu
O, dostu çok düşmanı olmayandır. Osman Akkuş
Ona baktığınız zaman vatanın ne olduğunu anlarsınız... Ona baktığınız zaman cumhuriyetin ne olduğunu anlarsınız. Osman Diyadin
Örnek Yaşam... Oya Abanoz
O bizim meşruiyetimizdir. Ömer Ciravoğlu
Ömer Güner’in yazılarında olumsuzluklara ve sertliklere rastlamadık hiçbir zaman... Refik Karaağaçlı
Onun yakaladığı uygarlık düzeyinden hiçbir fırtına bir kıymık koparamamıştır. Ruhi Türk Yılmaz
Kalemi ve düşünceleriyle Trabzon ekonomisini geliştirmekte öncülük etmiş çok değerli bir fikir adamıdır. Şadan Eren
Şerefli yaşamlardan birinin adı Ömer Güner. Prof. Dr.Şengül Öymen Gür
Güvenilir insan dürüst bir gazeteci-yazar. Şinasi Özdenoğlu
Sizi anlatmaya kelimeler yetmez... Türkan Civaner (Tarakçıoğlu)
Trabzon sevdalısı bir usta. Veysel Usta
Bir Trabzonlu delikanlı Ömer Güner... Yaşar Miraç
Örnek İnsan. Yiğit Yavuz
Ödemem, ödeyemem, ödettiremezler... Zeki Çöl
Çalışkan, dürüst,aydın, Trabzon aşığı... Prof.Dr.Ziya Gerçek
Sanata, sanatçıya, kültüre, basına yüreğini açan Ömer Güner Trabzon’un bir güzelliğidir. Ziya Ramoğlu
Her yönüyle örnek bir insanın evladıyım... Hayri Güner
Oğlu olmaktan büyük onur ve mutluluk duyuyorum... Kemal Güner
Bizlere güzel olan her şeyi babam öğretmiştir... Pınar Güner
Evet böyle demektedirler. “Ömer Güner’e armağan” kitabında...
Bu ‘ARMAĞAN’ kitabının hazırlanmasında katkıları olan tüm kadir kıymet bilen dostlarına teşekkürler ediyor,
ailesine ve sevenlerine sabır diliyorum.
Ruhun şad olsun ÖMER AMCA!
Başın sağ olsun TRABZON!

BORDO MAVİ HÜZÜNLER - 2 Harun Yavruoğlu





Tarih: 29.08.2009 Saat: 08:26:08 (1392 okuma)
Ligler başlayalı üç hafta oldu. Anlaşılan taraftar önceki yıldan yılmıştı.
Öyle ki bu yılın umudunu geçen seneden tüketmiş gibiydi gayrı.
Âdete dizi şeklinde çevrilmiş bir korku filmi seyretmekteyiz yıllardır süren.
Ne zaman ne olacağı başımıza neler geleceği korkusu ürpertmekte taraftarı.
Evet, biliyoruz ki izlediğimiz sonuçta bir temaşa sporu. Oyundu oynanan ama entrika gibi adeta...
Bu entrikanın sporcu tarafı var,
Seyirci tarafı var,
Hakem tarafı,
Yönetici tarafı var...
Sonuç tabi ki “biz eskiden eskiden su içerdik testiden” söylemleriyle daha da hayıflanmaktayız...
Evet, olmuyordu bir türlü... Bu iş olmuyor, şampiyon olamıyoruz...
Hocalar değişiyor, olmuyor.
Sporcular değişiyor, olmuyor.
Yönetimler değişiyor yine olmuyor...
Kulübün başına; statüsü yerinde itibarlı kişiler getiriyoruz, olmuyor.
Zengin iş adamları getiriyoruz yine olmuyor.
Kulübü İstanbul’dan yönetiyoruz olmuyor.
Trabzon’dan yönetiyoruz yine olmuyor, olmuyor, olmuyor...
Erken konkreler yapıyoruz olmuyor.
Hemşerimiz, Futbol Federasyonu Başkanı oluyor, ama yine ol mu yor,
Eski Trabzonspor Başkanımız Spor Bakanı oluyor, yine olmuyor.
Başka bir eski Trabzonspor Başkanımız Devlet Bakanı oluyor,
Bir başka hemşerimiz, Genlik ve Spor Genel Müdürü oluyor, yine olmuyor...
Yerel gazeteler...
Gazeteciler, tümüyle Trabzonspor’a destek veriyorlar, olmuyor.
Eleştiriyorlar. Hatta zaman zaman haddi aşıyorlar, yine olmuyor...
Öze dönüyoruz diye; Şenol Güneş’leri getiriyoruz olmuyor.
Turgay’ları,
Tekrar Özkan Sümerleri,
Ahmet Suatları getiriyoruz olmuyor,
Ali kemalleri,
Sadi Tekelioğllarını... Getiriyoruz olmuyor işte...
Kombine biletler alıyor, stadyumu hınca hınç dolduruyor, inin inim inletiyoruz, olmuyor.
Dakikalar 61 gösterdiğinde tribünler inin inim inletiyor,
Sporcu, taraftar ‘kolbastı’ oynuyoruz, olmuyor.
Küsüyoruz, kırılıyoruz... Zaman zaman gönlümüz elvermese de ilgisiz kalıyoruz, yine de olmuyor.
Hatta Türk sporunda bir ilk olan gösteriler yapıyoruz, olmuyor.
Hırsımızı yenemeyip sahaya giriyor, yok yere sahamızı kapattırıyoruz olmuyor.
Uslanıyoruz, süklüm püklüm oluyoruz olmuyor.
Bu takım çeyrek asırdır şampiyon olmuyor bir türlü.
Yıldız futbolcuları gâh şımardılar deyu, gâh kulübün paraya ihtiyacı var deyu satıyoruz, olmuyor.
Şöhrete acıkmış yetenekli sporcular transfer ediyoruz, yine olmuyor.
Futbolcuda da yerlinin yerlisine dönüyoruz, bizimdir, bizdendir, hırs yapar, iyi oynar diye transfer ediyoruz, olmuyor...
Beğenmediğimiz sporcuları satıyoruz. Lakin gittikleri takımlarda başımıza bela kesiliyorlar, yenilmemizi sağlıyorlar... Olmuyor.
Çoğa koyduk almıyor, aza koyduk dolmuyor; olmuyor... Olmuyor... Olmuyor...

GANİTA FAROZ - Harun Yavruoğlu



Tarih: 30.05.2009 Saat: 09:23:31 (901 okuma)
Hani yaza fazla kilolarla yakalanmayalım hesabına, ara ara yürümekteyim sahillerinde Trabzon’umun.
Hem fazla kilolar başa bela olacak korkusu ayrı bir gerekçem.
Henüz yürüyüşün bir spor ve sporun da sağlık olduğu bilinci toplumda tam olarak yerleşmemesine karşın yine de boş değil sahiller.
Daha çok da kilolu genç kızlar yürüyor...
Haksızda değiller hani. İşin bir ucunda sağlık, diğer ucunda beğenilme arzusu...
Ancak biz gelelim asıl mevzumuza, tabi mevzumuz yürürken gözümüze takılan görüntüler...
Sanırım Trabzon Belediye Başkanımızın 61 projesine dahil olmadığı içindir ki aylar önce elleri kırılasıcalar tarafından kırılan sahilde mevcut alçacık direklerdeki ampuller, ne yazık ki kör olmayasıcalar tarafından halen görülüp yenilenmemiştir.
Bu görev kimin ise, artık yeter. İnsanlar sahilde gecenin ürküten karanlığında güvenle yürüyemiyorlar.
Kaldı ki, direkler iki, üç metre yüksekliğinde ve her taraf taşlıklarla dolu.
Köyde kuş vurur gibi ampul avlıyor sahillerimizin haylaz çocukları...
Oysa ne o direkler o denli alçak ve sık olmalıydı,ne de sahil öylesine bakımsız ve taşlıklar halinde bırakılmalıydı.
Dedim ya sanırım sorun bu söz konusu ampullerin 61 projeye dahil olmayışından kaynaklanmaktadır.
Sahilde sorun sadece bundan ibaret değil ki;
Alt geçitlerden geçilmiyor.
Karanlık. Çünkü buralarda da ampuller kırık.
Oysa seçimlerde millet, oylarını ampule verirken, şimdi kendini aydınlatacak birkaç ampule katlanamıyor, kırıp parçalıyor.
Şaşılacak hal doğrusu.
Evet alt geçitlerden geçilmiyor çünkü; pis kokular, Mike Tyson ‘dan daha fena kırmakta burun kemiğini insanın.
Islak bir utanç ve aşağılık duygusu veriyor bu berbat kokuya katlanmak.
Ve ayrıca yakışmıyor “TEMİZLİK İMANIN YARISIDIR” bilincine...
Bakıyoruz etrafta yani 6 kilometrelik sahil şeridinde tuvalet yok.
Öyleyse hurra alt geçitler!..
E, görülmemek için de kıracaksın ampulleri...
Geçenlerde Bursa ilimizdeydim. Çok ilgimi çekti.
Neredeyse bütün çöpçüler 60 yaşın üzerindeydiler.
Ama o elleri öpülesi insanlar vallahi şehrin alt geçit merdivenlerini dahi ellerinde bezlerle silmekteydiler.
İşte kent sevgisi budur.
İşte örnek olmak budur.
Hiçbir şey kendi kendine mükemmel olmuyor çünkü.
Plan,proje ve çaba gerekiyor...
Bu şehirde neden bir bakım onarım ekipleri layıkıyla görev yapmaz?
Düşünün bir otomobil bir direğe çarpar.
Direk aylarca hatta yıllarca öyle kalakalır.
Hatta artık o yörenin insanları birbirine randevu verir. Sahilde devrilmiş direğin solundayım.
“Ha evet anladım!” der öteki...
Ancak nedense ilgilisi, yetkilisi bilmez... Görmez...
Nerede, hangi direk devrilmiş, bil mi yor, gör mü yor.
Biz söylüyoruz onu da işitmiyor.
Bu yanmayan sahil lambaları da o misal.
Yazık bu devlet elli-yüz ampulü aylar geçmesine rağmen yerine takmaktan aciz mi?
Nerede o pür makama gömülü görevli?
İşidir aslında yapacağı iş.
Millet adına, aldığı maaşı aşkına yeter gayrı.
Ya, pervazsızca yağmalanan şu güzelim sahillerimiz...
Derme çatma kulübelerle işgal ediliyor, kapanın elinde kalıyor ve dur diyenimiz yok.
Üstelik birer çirkinlik abidesiler...

OSMAN`LA ÇOCUK OLMAK - Harun Yavruoğlu

Tarih: 22.05.2009 Saat: 20:29:07 (1133 okuma)
Bilimsel bir iddia değil ama şu adı Osman olanlar hoş adamlardır doğrusu.
Dünya yansa bir kalbur samanları yanmaz bunların.
Neşeli ve güleryüzlüdürler.
Çevrelerinde ‘harbiden adam’ olarak tanınırlar.
Evet, bugüne kadar tanıdığım bütün Osmanlar böyledir.
Osman öyle Ferhan Şensoy ve Rasim Öztekin’in oynadıkları bir tiyatro eserindeki “oğğlum Ossmannn!” na benzeyen bir Osman değildir.
Bu Osman öyle saftirik falan değil, tam tersi cin gibi, ama Allah’tan iyi huylu bir cindir.
Çocukluğumuzda, oynadığımız oyunlarda sürekli cıvıklık yapar, kazanmak için her yolu dener, hatta yaptığı geçersiz yeminler sayesinde beni ikna etmenin şifrelerini bularak. bana karşı yenilmezliğini ilan etmiş birisidir.
Kaldı ki kaybettiğinde yenilgiyi önemsemediği hissini vermek amacıyla neşeli görünerek, galibiyetimin zafer sevincini tam olarak yaşamama engel olurdu.
Bir keresinde; Ona tavla öğretiyordum. O güne kadar eline zar almamıştı.
Şeşi yek atmış, “şeş kapısını al” demiş olmama rağmen almıyor, parmak sayarak attığı zarları rastgele oynuyordu. Ve sonra itiraf etmeliyim ki, bu ilk oyunda beni beş sıfır yenmiş ve günü bana zehir etmişti. Gerçi haksız da değildi hani.
Osman son derece arkadaş canlısı ve hatta paylaşmayı seven bir dost.
Sinemaya gitmek için yeterli parasının olması yeterli değildi onun için.
Hatta bir pastanede kazandibi yemek için de durum aynıdır.
Benim param yok ise ve onun da ikimizin masrafını karşılayacak imkanı yok ise, bu zevklerinden bütün ısrarlarıma rağmen sarfınazar ederdi.
Bazen de o çocuk hallerimizle illegal yollara başvurup, sinemalara kaçak girer, arada bir yakalandığımızda; ben olaydan yırttığımıza sevinirken,o filmi seyredemeden çıktığımıza hayıflanırdı...
Osman mutlu olmak için çok çabanın gerektiğine inanan bir insan değildi.
Hayat felsefesi “Boş ver, yaşamaya bak...” olmasına karşın Hayri Şahin’in “Neden saçların beyazlamış arkadaş?” şarkısını hayli içli okurdu.
Kavgayı hiç sevmez, herkesle iyi geçinir, insana kafayı yedirecek kadar kızdırmaya bayılır ve sonuçlarına da aynı zevkle katlanırdı.
Ticaretten iyi anlardı.
Babası Hüseyin amca ticareti öğrenelim diye ikimize kasalarla limon verirdi. Yaptığı madrabazlıklar neticesinde o, üç limonu bir liraya satarken, ben dört limonu bir liraya satmakta zorlanırdım.
Bütün bunlara rağmen inanması zor ama Osman mutlu olmak için hayattan çok şey bekleyenlerden değildir. Bir derviş kanaatkarlığı ile her daim haline razıdır.
yüzde bir olumlu ihtimal, onun yaşama sevinci için yeterlidir.
Akıllıdır, ancak aklından çok duygularını kullanmayı, duygularının yolundan gitmeyi sever biridir.
Pratik zekalıdır.
Yeni yetme yıllarımızda Yenicuma mahallesinin dar sokaklarından şehrin kuzeyine doğru inmekteyiz. Tabi o yıllarda Cüneyt abimiz; filmlerinde bir bıçakla Bizans ordusunu çökertiyor, hatta imparatorun kızıyla yatağa giriyordu. Belli ki, bizim Osman da felaket etkilenmişti onun bu kahramanlıklarından... Benim bütün kaygılarıma ve itirazlarıma rağmen, gördüğü bahçeli evlerin ahşap kapılarına büyük bir maharetle kemik saplı bıçağını saplıyordu. Ben ise o böyle yaptıkça tedirgin oluyor, yapmamasını rica etsem de dedim ya bu öyle laf dinleyen, itaatkar “oğlum Osman” türünden bir Osman değil... Verdiği cevaplar;
“Bir şey olmaz...” Olursa da “o zaman demek ki gebereceği varmış!” derdi.
Bıçağını yine avucunun içine iyice yerleştirdi ve hedef kapıya bütün hızıyla saplar saplamaz, kapı açıldı. Orta yaşlı kadıncağız nasıl bir tehlike yaşadığını fark edince, feryadı bastı... Avazı çıktığı kadar bağırıyor, beddualar, küfürler yağdırıyordu.
Hiç bir dahilimin olmadığı bu ortamdan hızla uzaklaşmaya başladığım esnada, Osman beni göstererek; “Teyze işte o yaptı ve kaçıyor!” deyince kadın peşimden çiçekler atmıyor, beni doğuran anamın bal ile yoğurduğunu bir türlü söylemiyordu.
Olaydan az sonra Osman’la buluştuğumuzda; bana attığı
iftiranın kaçınılmaz bir zaruretten kaynaklandığını vurguluyordu hınzırca gülüşü.
Dostum, hatırlıyorsun değil mi?


Yorumlar:


Gönderen: osman akyüz
Tarih: 25.05.2009 07:23:04
Şehir: trabzon
sevgili dostum. insanın dostu tarafından anlatılmasının bana verdıyı muttuluktan dolayı.şükran ve sevgılerımı bir bahar güneşi işık ve sıcaklığında ğönderıyorum.lütfen kabul buyurun.benım içın sızı tanımak.sızın sevgınızı kazanmak,mutlulukların en güzeli.ben sızınle herzaman haklı gurur duydum,sızden çok şey öğrendım.sizin fıkır ve düşüncelerınız.benım hayatıma yön verdı.çok iyı bıliyorum sızıngıbı dost bulabilmek ve dostluluğunuzu kazanabilmek,her insanın ulaşamıyacağı bir mertepe. sıze hayat yaşamınızda sağlık,mutluluk,huzurlu günler gecırmenızı dıler,başarılarınızın devamını dilerım. sevgıyle kucaklıyorum.j

Gönderen: asıye memışoğlu
Tarih: 24.05.2009 17:22:35
Şehir: trabzon
osman abım superdı ya bızıde tum mahalle çocuklarıyla molozda yarıştırırdı kayıkla denız turu attırırdı onda muthış yaşama sevıncı ve çocuk sevgısı vardı emınım hala öyledır muzıplıklerı saymakla bıtmez hatta askere gıderken tum çocukları toplayıp resmını çekıp goturmuştu osman abı harıkasın j

SEVGİLİ SERDAR BALİ! - harun yavruoğlu



Tarih: 09.05.2009 Saat: 08:22:22 (1825 okuma)

Çömlekçi caddesi, Ayasofya caddesi
Erzurum caddesi, Kahramanmaraş caddesi
Kunduracılar caddesi, Çukurçayır caddesi
İnönü çaddesi, Hasan Saka caddesi
İran caddesi... Trabzon caddelerinden bazılarıdır.
Her hafta Lig TV ekranlarından Futbol üzerine yorum yapan eski Milli futbolcumuz sevgili Serdar Bali’nin ifade edildiği gibi Trabzon da toplam iki değil, 84 cadde bulunmaktadır.
Öyle milyonlarca insanın gözüne baka baka “Trabzon’da zaten iki cadde var” demek doğru olmadığı gibi bu şehre haksızlıktan öteye hakarettir.
Bilerek veya bilmeyerek, birileri bu şehri güdük göstermemeli, küçük düşürmemelidir.
Bu şehir Karadenizin en önemli iki şehrinden biridir.
Bu şehir Türkiye Büyük Millet Meclisinden “Büyük Şehir” olma hakkını istemektedir ve bunu da fazlasıyla hak etmektedir.
Öyle Ali Kemaller, Kadirler, Cemiller, Şenollar, Turgaylar, Necatiler Hüseyinler Necmiler, Bekirler,Tuncaylar ve Serdarlar... İki cadde, beş mahalleye sığmaz.
Trabzon bir markadır.
Sporuyla, tarihi ile, kültürüyle, duruşuyla bir markadır.
Bu şehir büyüktür. Hatalarıyla, günahlarıyla sevaplarıyla da büyüktür.
O dediğin iki caddeden fazlası Trabzon’un bir beldesinde var sevgili Serdar.
Küçük, fakir, ve elleri koynunda bir Trabzon tarif etmek, bu şehrin futboluyla tanıtımına büyük emekler veren sen gibi bir değere yakışmaz.
Kurduğunuz cümlelerinize malzeme yapmak için bu şehri daha fazla tozlamayınız.
Ayrıca belirttiğin gibi “Trabzon kıymet bilmez” sözü de doğru değildir.
Tam tersi Trabzon kadir kıymet bilen bir şehirdir. Zira bu şehre emek verenlerin isimleri şehrin pek çok yerlerinde mevcuttur;
İşte; Trabzonspor caddesi,
Şenol güneş Caddesi
Büyük Cemil Caddesi ve
Hatta “Serdar” Caddemiz bile vardır bu şehirde.
Sahilde şampiyon olmuş sporcuların adına anıtlar dikmiş, ayrıca şehrin yazarları, şairleri, ressam ve karikatüristleri için taksim parkının güneyinde mütevazı de olsa bir levha mevcut bulunmaktadır.
Ve Trabzonlu olan ve Özkan Sümer Ahmet Suat Özyazıcı, Şenol Güneş, Ali Kemal, Turgay, Necati, Sadi Tekelioğlu, Giray Bulak gibi ... İsimler Trabzonsporda başarıları oranında hocalık yapmışlardır.
Zaman zaman ağzının iyi laf yaptığını söylüyorsun, ancak ben sizin gibi düşünmüyorum.
Zira gereksiz kehanetlerde bulunmakta ve sık sık yanılmaktasın...
Her daim Trabzonsporlu olduğunu, her defasında sen, “eskiden eskiden futbolcuydum topcuydum” demek zorunda mısın?
Boş ver bunları...
Serdarı bilmeyen futbolu ne bilir ki ?
Kaldı ki onlara Serdarı anlatmak Serdar’a değil, Serdar’ı tanıyanlara vazifedir ve bu vazife fazlasıyla da yapılmaktadır.
Sevgili Serdar Bali!
Erman Toroğlu’nun Trabzonspor karadeniz takımlarına kötülük yaptı sözüne; “Hayır! Biz Karadeniz takımlarının ağabeysisiyiz!” demek Trabzonsporu savunmak değildir.
Trabzonspor hiçbir kulübün ağabeyi, kardeşi, dayısı, amcası değildir.
Bu kavramlar futbolun içinde mevcut değildir.
Karadeniz ve diğer Türkiye futbol takımları Trabzonsporun onurlu, şerefli rakipleridir.
Bu yoğun mücadele ortamında ayakta kalamayanlar elbette ligden düşer, kalanlar yoluna devam ederler...
Öyle değil mi sevgili Serdar?
Küme düşecek takıma nasıl iyilik yapılabilirmiş, neden sormadınız Erman Hocaya?
Trabzonspor şike mi yapmalıydı? O takımlara yenilmeli miydi yani?
Kaldı ki Trabzonspor; sözde ağabey olmak adına ligdeki beş altı Karadeniz takımına kümede kalsınlar deyu yenilseydi, değil şampiyonu olmak, ligde kalabilir miydi bu günkü Trabzonspor olabilir miydi?
Trabzonsporun diğer Karadeniz takımlarına kötülük yaptığını söyleyip sizi gaza verenlere hatırlatsaydınız; yakın tarihte Fenerbahçenin, kendi şehrinin futbol takımı olan İstanbulspor’a üç puan verseydi İstanbulspor o yıl ligde kalacaktı.
Ancak Fenerbahçe ve öteki hemşehri takımları zor durumdaki İstanbul spora haklı olarak acımamışlardı.

Evet, tekrar hatırlatmak isterim ki; Trabzon sanatçılarıyla, sporcularıyla, siyasileriyle, doğasıyla, çeşitli başarıları ve hatta sorunlarıyla büyük bir şehirdir.
Ayrıca 2 değil, 84 caddesi varıdır.

(NOT: Yapýlan yorumlardan kiþilerin kendileri sorumludur. Sitede yayýnlanmalarý, onlarý destekliyoruz anlamýna gelmez. Düzeysiz veya konuyla ilgisiz yorumlar yayýnlanmayabilir.)

Yorumlar:
Gönderen: osman AKYÜZ
Tarih: 11.05.2009 10:28:41
Şehir: TRABZON
sevgili dostum. futbolculuk hayatında bizlerı gururlandıran sevilen topcumuzun.şimdı bir mıkrofon uğruna olsa bile bizlerı kırması affedılır gibi deyıl, gaf yaptığını düşünerek,bu konuya bır acıklık getıreceyını temenni edıyorum. hassasıyet gösterenlerıde tebrık edıyorum. sevgılerımlej

Gönderen: selçuk okan kartal
Tarih: 09.05.2009 14:20:48

Şehir: trabzon
Muhterem Beyefendi yazınız gerçekten çok yerinde. Ne yazık ki tvden para karşılığı yorum yapan bu kişi sahadaki meslektaşlarına sahtekar diyecek kadar bağnaz olmuştur. Bu insanlar bu şehirle bir yerlere geldiklerini unutuyorlar. Ama birgün o insanların kendinden neden nefret ettiklerini anlayacaktır.j



Gönderen: ahmet güney
Tarih: 09.05.2009 10:08:20

Şehir: trabzon
gerçekten çok yerinde bi eleştiri,tebrikler...j

AYŞE HÜR’LE PONTUS’TAN TRABZON'A - Merve Erol,



Oy Tirabizon, dibi kalaylı kazan
“Askaros Deresi" türküsündeki gibi: "Oy Tirabizon Tirabizon, dibi kalaylı kazan..." Peki bu kazan niye kaynıyor? Coğrafî yapının getirdiği "tezcanlılık"tan mı, yoksulluktan mı, eğitimsizlikten mi? Ogün Samast'tan bu yana daha fazla konuşur olduğumuz Trabzon niye “devletin güvenlik algısında"? 1910'lardan bu yana Erzurum'la beraber doğunun iki büyük tartışmalı alanından biri olan Trabzon'un evveliyatını, buradaki milliyetçi histerinin kaynaklarım tarihçi Ayşe Hür'le konuştuk, ister istemez bir küçük "inkılâp tarihi" gezintisi yaptık...



Hrant Dink suikasti, ister istemez gözleri Trabzon'a, buradaki milliyetçi organizasyonlara çevirdi. Ogün Samast sizce münferit bir vaka mı, yoksa şehrin bir tür aynası mı?

Ayşe Hür: Son olaylar, kendine belli misyonlar biçmiş kişilerin ağzından çıkan sözler tehditler olmasa, belki dikkat etmeyecektik Trabzon bölgesinde neler olduğuna. Daha önce, üst üste yaşanan linç girişimleri, stadyumlarda "Trabzon burada, PKK nerede” diye haykırışlar, gazetelerde PKK tarafından öldürülen Trabzonlu askerler meselesini çok öne çıkaran ve tahrikkâr bir şekilde yapılan yayınlar ve nihayet rahip Santoro cinayeti ister istemez dikkatimizi oraya yöneltti. Hrant Dink cinayeti üzerine Türk Ocakları Trabzon Başkanı Mithat Kerim Aslan "demek ki burayı seçtiler" demişti. Sonra emekli orgeneral Kemal Yavuz’un programında Aytunç Altındal da “Trabzon pilot bölge olarak seçildi" dedi. Kim seçti, niçin seçildi diye merak ettik doğal olarak...

Bu "pilot bölge"ye biraz daha yakından bakalım. Niye Trabzon'u "seçiyorlar", orada kaşıyacak ne var?
Yerel düzeyde basın, sokak milliyetçiliğini kışkırtmaya yönelik yayınlar yapıyor. Mesela Bağımsız Türkiye Partisi'nden Trabzon belediye başkanlığına adaylığını koyan albay Hüseyin Mümtaz Bayazıtoğlu'nun Karadeniz gazetesindeki yazıları çok kışkırtıcı. Beyazıtoğlu, Türk Ocağı Trabzon şubesinin bir toplantısında yabancı ülke parlamentolarında Ermeni Soykırımı tasarılarına karşı alınacak önlemleri sayarken "içimizdeki Ermenileri ayıklayacağız" demişti. Bağımsız Türkiye Partisi’nin başkanı Haydar Baş faktörünü de unutmamak lâzım.

Ne boyutta Haydar Baş’ın etkinliği?



Akçaabatlı biri. Orada fabrikaları var, Mesaj TV, Meltem TV adlı televizyonları, radyoları, Yeni Mesaj diye gazetesi var. Haydar Baş'ın Kadiri tarikatının Türkiye'deki temsilcisi olduğu söyleniyor. Bakü'den aldığı sahte diplomayla vaazlar, dersler veriyor. Onun kanalıyla giden bir kışkırtma yayını var Trabzon'da. Ümit Özdağ'ın, "15 yıl önce Türk devletinin güvenlik birimleri bana başvurarak Karadeniz bölgesinde psikolojik operasyonlara karşı konferanslar verilmesini istedi. Bu bölge, devletin güvenlik algılaması içine girmiştir" ifadesi ise aklımıza başka şeyler getiriyor. Bir önceki Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz döneminde, Ümit Özdağ'a, dünya dinlerini stratejik açıdan incelemeleri için Diyanet İşleri Araştırma Merkezi (DİYAM) kurdurulmuş. Merkezin Genelkurmay'a ve MİT'e de hizmet vermesi planlanmış. Özdağ'ın ekibinde Yaşar Karagöz ve Yavuz Ölçen adlı iki emekli paşayla ilahiyatçı Prof. Mustafa Erdem varmış. Merkez "Irak'ta Şiilerin Durumu", "Türkiye-İran İlişkileri" gibi Diyanet'le ilgisi olmayan raporlar hazırlayınca, vakfın yeni başkanı Ali Bardakoğlu merkezin kapatılmasına karar vermiş. Araştırma merkezine toplam ödenen para 650 milyarı buluyor. ASAM'ın en büyük müşterileri de Genelkurmay, istihbarat kuruluşları ve hükümet. Ümit Özdağ'ın Diyanete "bu sözleşmeyi feshedemezsiniz, arkamda ordu var" dediği iddialarını Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu geçenlerde doğruladı. Bardakoğlu, dediğine göre, Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ'u aramış, olayı anlatmış. Ne cevap aldığını ise söylemiyor. Genelkurmay'dan da bir açıklama duymadık, "Özdağ'ın arkasında değiliz" falan demediler. Sonuç olarak Diyanet, burada Ümit Özdağ'ın devletle ilişkisi için paravan olmuş. Bu ekibin gerçek amacı nedir, Allah bilir...

Bölge niye devletin güvenlik algılaması içine girmiş
"Bin yıldır bu bölgede bir plan yürütülüyor" diyor Özdağ. Bu süreye bakılırsa, işi Malazgirt'e kadar götürüyor, (gülüyor). Çok "tarih dışı", çok absürd bir yorum bu. Yani sonradan gelen, şikâyetçi taraf. Bin yıldır Türk kimliğinin zayıflatılmak istendiğini -daha da özel bir laf ederek "bölgenin millî dokusunun zayıf insan zeminini istismar ederek, millî dokuyu parçalamaya çalışıyorlar" diyor-, bu harekâtın son yıllarda büyük bir tırmanış gösterdiğini, 25'e yakın yabancı devletin istihbarat teşkilâtlarının Trabzon'da cirit attığını söylüyor. Orası enerji koridoru olduğu için artık emperyal güçlerin ilgi alanına girmiş, dolayısıyla burada eski sorunlar kaşınıyormuş, bunlardan biri de Pontus'muş! Tabloyu böyle çizdiğiniz zaman Türk milliyetçisinin tüyleri diken diken oluyor. Muhtemelen, bu ifadelerdeki tutarsızlıklara değil, sondaki vurucu cümleye yoğunlaşıyor ve paniğe kapılıyorlar.

Peki neyin canlanmasından korkuyorlar? Neydi aslında Pontus?
Malazgirt'ten biraz daha erkene, mesela Büyük İskender dönemine kadar gidersek, M.Ö. 4.-5. yüzyıllarda o bölgenin Yunan kolonileriyle meskun bir kıyı şeridi olduğunu görürüz. Pontus, Osmanlı döneminde, Gümüşhane, Lazistan ve Samsun, yani Canik sancaklarını kapsayan Trabzon vilâyetinin olduğu bölgenin adı. Pontuslular ise, antik dönemden itibaren kıyı şeridine yerleşmiş olan eski Yunan kolonilerinin bakiyesi, 4. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlaşmış olan Gürcülerin Tzanlar ve Lazlar diye bilinen kollarıyla bunlara 13. yüzyılın başından itibaren eklenmiş olan Helenleşmiş Bizans soylu aileleri. Pontuslular, ağırlıklı olarak Ortodoks; Rumcanın bölgeye has diyalektiğini konuşan bir halk. Bölge 1461'de Osmanlı İmparatorluğu'na katılınca, Tzanların ve Lazların büyük bölümü Müslümanlığı seçmiş ya da seçmek zorunda bırakılmış. Ancak, her zaman belli bir Hıristiyan nüfus varlığını sürdürmüş. 1890'larda Osmanlı yönetimi tarafından Anadolu'da incelemeler yapmak üzere davet edilen Fransız coğrafyacı Vital Cuinet'ye göre, bölgede 800 bin Müslümana karşılık 200 bin Ortodoks Rum, 50 bin de Ermeni yaşıyormuş. Bu yıllarda Kayseri gibi yerlerdeki Rum nüfusun da kıyı şeridine göçtüğünü ve bölgede güçlü koloniler oluşturduğunu biliyoruz. Rum burjuvazisi, esas olarak tütün ve fındık üretimi, kıyı taşımacılığı ile Rusya ve İran'la yapılan ticarette önemli pay sahibi. Örneğin 11 bin nüfuslu Samsun'da Andavallıoğlu Yuvanaki Efendi'nin özel bankasının verdiği kredilerle zenginleşen Rumlar, belediye meclisinde, ticaret odasında, ziraat meclisinde çoğunluğu oluşturur hale gelmişler.

Bölgedeki bu 800 bin kişilik Müslüman kitlenin ne kadarının dönme olma ihtimali var? Dönmelik nasıl bir durum?
Dönme dediğimiz "din değiştirme" anlamında ise, Osmanlı'nın geleneğidir "ihtida ettirmek". Osmanlı toplumunda hiçbir zaman etnik veya dinsel açıdan pür bir grup yok. Osmanlı'nın stratejisi şu: Fethettiği yerlerdeki yerli halkı ülkenin başka köşesine göç ettiriyor, bu arada din değiştirmeye teşvik ediyor, değiştirmeyince zorluyor, fakat her bölgede bu sürecin şu veya bu şekilde dışında kalanlar oluyor. Bunların miktarı tarihsel koşullara, güçler dengesine ya da ihtiyaçlara bağlı olabilir. "Millet sistemi" dediğimiz oluşum, etnik, dinsel grupları kompartımanlar halinde tutmak, başlarındaki dinsel önderleri yoluyla bütün grupları bir üst hukuk sistemine dahil etmek. Bu, Trabzon yöresinde de böyle olmuş. Cuinet'nin sözünü ettiği "Müslüman-Türkler" Orta Asya'dan gelen Türkler miydi, bilmiyoruz. Dahası, bunların Türk mü, Laz mı, Çerkes mi, Türkmen mi olduğunu bilmiyoruz. Çünkü o devirde etnik kökene göre değil, dinsel aidiyete göre tanım yapılıyordu. Ama diğer grupları Hıristiyan diye tanımlamanın yanında, Ortodoksluk, Katoliklik, Protestanlık farkları da olduğu için biraz daha ayrıntılı tanımlıyorlar.
19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başı, milliyetçi hareketlerin de ortaya çıktığı, güçlendiği, Anadolu'da da taraftar bulduğu bir dönem. Bu dönemde Pontus ruhu nasıl yeniden canlandı?


Bölge halkı, 19. yüzyılın başlarından itibaren kilisenin ve ticaret burjuvazisinin öncülüğündeki Yunan ulusunun bir parçası olduğu duygusunu benimsemeye başladı. Ancak bölgedeki ulusal uyanış, esas olarak 1908'de, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra oldu, 1912–13 Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı sırasında zirveye çıktı. O yıllarda, Rum milliyetçiliği arasında iki akım yeşeriyor. Biri, Yunanlıların meşhur Megali İdea, yani Büyük Yunanistan projesi; eski Bizans İmparatorluğu'nun tebaası içinde olan ve varlığını imparatorluk dağıldıktan sonra da korumuş olan Yunan kökenlileri yeni kurulan Yunanistan'ın önderliğinde toparlamak. Hayal edilen ülke Kafkaslar'dan Makedonya'ya uzanıyor. Bir de, "bizim Yunanistan'la ilgimiz yok; Bizans'ı Anadolu toprakları üzerinde yeniden ihya etmeliyiz" diyen bir akım var. Onlar esas olarak kilise hiyerarşisi içinde kalıp Ortodoks Patrikliğinin liderliğinde Bizans'ı ihya etmeyi hayal ediyorlar. Samsun metropoliti Germanos'un dahil olduğu akım birincisi. Trabzon metropoliti Hrisantos Filippides'in dahil olduğu akım ise ikincisi. Bu ayrım önemli, çünkü bugünden bakınca Pontus'ta olan biten her şey tek tip gelişmiş gibi, çatışmalar, tartışmalar, ittifaklar yokmuş gibi algılanıyor. Halbuki bu ayrım yüzünden bu iki grup birbirine sürekli ters düşmüş, farklı politikalar geliştirmişler. Nitekim, o yıllarda bölgeyi gezen Amerikan Konsolosu Chessbrough, Trabzonlu Rumların pragmatizmiyle Samsun Rumlarının heyecanı arasında büyük fark olduğundan söz ediyor anılarında. Bugün bizim Pontus milliyetçiliği diye aklımızda kalan izler en çok Samsun havalisinin, Germanos'un başını çektiği hareketten kalma. Hakikaten Germanos aktif tavır takınıyor, fırsatları değerlendirip bazı çete örgütlenmelerine gidiyor. Hatta Pontus milliyetçiliğinde Vasil Usta diye çok meşhur bir figür vardır, ilk çete reisi. Muhtemelen tüm milliyetçi çeteler gibi o da çok kan dökmüştür, ama ilginçtir, Rıza Nur anılarında Vasil Usta'yı "Sinop'un Müslümanı, Rumu, erkeği, kadını kendisine hürmet ederdi. Şahsen pek iyi adamdı. Fakirlere Müslüman da demez bakardı, öldüğünde Rumlar kadar Türkler de ağladı" diye tarif ediyor. Biliyorsunuzdur, Rıza Nur "ırkçı" Türkçülerden. Böyle konuşması çok ilginç aslında. Neyse, Ruslar Trabzon ve havalisini ele geçiriyorlar, hatta Tirebolu'ya kadar yaklaşıyorlar. Bu arada Vasil Usta'yla temas kuruyorlar. Amaçlarının orada bir Pontus devleti kurmak olmadığı, arka hatlarını güvence altına almak olduğu anlaşılıyor, ama bundan cesaret alan Vasil Usta örgütlenmesini biraz daha geliştiriyor. Sonuçta bir şey başaramıyor ve Trabzon'a kaçmak zorunda kalıyor. Savaşın sonuna kadar orada mahsur kalıyor ve orada ölüyor. Trabzon bölgesinde ise tamamen farklı bir tutum gelişiyor. Hrisantos'un ekibi yerel kadrolarla işbirliği içinde, "burada Türklerle bir arada bir yaşam alanı kurabilir miyiz" meselesine eğiliyorlar. Bu grup, daha 1917'de Megali Idea politikalarına karşı çıkarak Pontus Rum Cumhuriyeti'ni ilan etmeye kalkmış. Hatta Troçki'ye mektup yazıp Ruslardan yardım istemişler. Ruslar gelinceye kadar Trabzon'da vali Cemal Azmi Bey'le Hrisantos işbirliği içindeler, hatta kenti bir süre birlikte idare ediyorlar. İlişkiler o kadar iyi ki, Azmi Bey Rusların işgalinin ardından şehri terk ederken yönetimi Hrisantos'a bırakıyor. Ama, dönemin modası uyarınca, Trabzon Sovyeti diye bir oluşum kuruluyor, Hrisantos ona dahil oluyor. Bundan sonra işler biraz karışmaya başlıyor. Bugünkü hakim paradigmaya göre bu olaylara "ihanet" gibi bakılıyor ama, herkes vatansever o dönemde. Vasil Usta da, Hrisantos da, Germanos da "vatansever". Kendilerine "vatan" diye tarif ettikleri coğrafyada, Ümit Özdağ'ın dediğinden daha uzun süredir, tam 2500 yıldır yaşıyorlar ve imparatorluğun artık kendilerini "millet sistemi" içinde kollayamayacağını gördükleri için kendileri için en iyi çözümü bulmaya çalışıyorlar. Her grup kendi yolunu çizmeye çalışıyor, nasıl kendine Türk diyen kesimler de kendi yollarını çizmeye çalışıyorsa...
Samsun merkezli Megali İdeacıların Yunanistan'la bütünleşmek istediklerini söylediniz. Anadolu'ya çıkan Yunan ordusunun fikrinde Karadeniz'e kadar ilerlemek var mıydı? Bu savaşta Yunanistan'ı destekleyen ülkelerin düşüncesi ne?
Biliyorsunuz, o yıllarda emperyalist ligin lideri Britanya'nın esas derdi, sömürgelerine giden Hindistan yolunun ve onun başlangıç noktaları olan Boğazlar ve Süveyş Kanalı'nın güvenliğini sağlamak. Bu yüzden de, son ana kadar, sıcak denizlere inme hayali kuran Rusya'ya karşı, Kıbrıs ve Mısır hariç -çünkü buralar kendi ellerinde olunca daha güvenli hissediyorlar- Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü destekliyorlar. Bu politika, Osmanlı Almanya'yla ittifak halinde I. Dünya Savaşı'na girince radikal olarak değişiyor. 1917'de Rusya'da Bolşevik Devrimi olunca da, iş Osmanlı topraklarını paylaşmaya kadar götürülüyor. Başını “Türklerin barbar, Hellenlerinse medeni olduğuna" yürekten inanan Lloyd George'un çektiği ekip, Süveyş Kanalı'nın ve Hindistan Yolu'nun güvenliğim sağlama işini Venizelos gibi bir Batı hayranının başta olduğu Yunanistan'a aktarmayı öneriyor. Venizelos o sırada başbakan ve önemli bir politik, entelektüel figür. Megali İdea görüşünün de en büyük savunucusu. Sonuçta bir avuç “Yunanperver" uzmanın icadı olan proje hayata geçiriliyor ve Yunan orduları 15 Mayıs 1919'da Anadolu'ya çıkıyor...
Tarihe yekpare bakıyoruz ama, Britanya içinde de, Yunanistan içinde de buna muhalifler vardı herhalde...

Tabii. Hele Britanya politikası çok karmaşıktır. Çok büyük bir Müslüman tebaası olan bir imparatorluk, dolayısıyla Müslümanların ne diyeceğinden endişelenen gruplar var, Kemalistler başarısız olursa, Ermeniler başarılı olursa ve Rusya'yla ittifak kurup bizim yolumuzu tehlikeye düşürürlerse ne olur diyenler var, onlarca değişik görüş var. Mesela Hindistan bakanı Edwin Morgantu, Müslümanların tepkisinden korktuğu için İstanbul'un işgalini desteklemiyor, Winston Churchill Yunanlıları sevmiyor ve "başımız dertte" diye yakınıyor, Lord Courzon, İzmir'in Yunanlılara verilmesinin Kemalistleri kızdırmasından korkuyor, Savaş Bakanlığı ise Hindistan'daki Müslümanlara gözdağı vermek için Türklerin tepelenmesini istiyor. Yunanistan'ın ise 1919 Paris görüşmelerinde en talepkâr davranan taraf olduğu biliniyor. Venizelos sadece Trakya'nın idaresini istemekle kalmamış, 1.2 milyon Yunanlının yaşadığı Ege bölgesini istiyor. Anadolu'ya Yunan ilgisinin kökleri, uzak tarihte Bizans'a, yakın tarihte İttihat ve Terakki'nin 1910'dan 1914'e kadar millî bir ekonomi yaratmak uğruna Ege'de yürüttüğü Rum aleyhtarı politikalara kadar gider. O sıralarda İttihat ve Terakki'nin Ege sorumlusu olan Celal Bayar'ın anılarını okursak 130 bin, Teşkilat-ı Mahsusa lideri Kuşçubaşı Eşref’e göre 1 milyon civarında Rumun Ege adalarına ve Anadolu içlerine kaçırtılması söz konusudur.



Venizelos'un Megali İdea'yı desteklediğini, Ege ve Trakya'yı istediğini söylediniz. Trabzon'u istemiyor mu?
İlginç biçimde, İstanbul ve Trabzon için talepte bulunulmuyor. Daha çok diaspora Rumları Pontus işine sahip çıkıyor. 1882-1906 arasında Giresun belediye başkanı olan Kaptan Yorgi Paşa'nın oğlu Konstantin Konstanidis önderliğinde 4 Şubat 1918'de Marsilya'da Tüm Pontuslular Kongresi adıyla bir konferans toplanıyor. Ama Venizelos bu konuda hep kararsız bir tutum izliyor. Çok realist bir politikacı, gücünün farkında. En fazla Batı Anadolu'yu kontrol edebileceğini biliyor. O sırada Yunan orduları hiç direnç görmeden Bursa'ya, Eskişehir önlerine kadar gelmişler, Edirne de düşmüş. Batı Anadolu'daki güçlerini tahkim etme düşüncesi içindeki Venizelos, Pontus meselesini savsaklamaya başlıyor. Ama Pontuslular Paris Barış Konferansı'na dahil oluyorlar, "biz Trabzon merkezli bir devlet kuralım" diyorlar. Tabii orası Ermenilerin de hayalinde bir yer, çünkü kurulması düşünülen Ermeni devletinin denize açılan kapısı Trabzon olabilir düşüncesi var. Burada masa birdenbire çok farklı çıkarların gündeme geldiği, ateşli bir savaş alanı haline dönüşüyor. Büyük devletlerin makro çıkarlarının yanında, Rum, Ermeni, Türk milliyetçiliğinin mikro çıkarları var. Bu arada, Fransızlar Ermenilerin projesine karşı çıkıyor, Lord Courzon da "Trabzon Ermenilerin olsa kaç yazar, arkalarında, Erzurum'da Türkler olduğu sürece" diyor, bunun bir hayal olduğunu söylüyor. O sırada Anadolu'da Türklerin lehine bazı değişiklikler olmaya başlıyor.
Anadolu'da yaşanan değişikliklerin başında herhalde Mustafa Kemal'in, yani ordunun devreye girmesi geliyor. O sırada tek düzenli ve diri birlik, Kâzım Karabekir'in elinde. Baştan bir mutabakata varan, ama sonradan araları bozulan bu ikilinin arasında nasıl farklar var?
Karabekir konulara hep askerce bakıyor. Mustafa Kemal de asker kökenli, ama sivil siyaseti daha çok önemsiyor. Güçler dengesini gözeten pragmatik manevralar yapmayı iyi biliyor. Belki de bunda çok haklı, o dönemi yaşamadığımız için tam bilemiyoruz. Mesela Sovyetler'in desteğine çok önem verdiği için Yeşil Ordu Cemiyeti adlı İslâmcı-Bolşevik bir örgüt kurmaktan tutun da, "resmî" Komünist Partisi kurmaya kadar enteresan girişimleri var. Bir yandan da Sovyetler Birliği ve Çiçerin'in verdiği güvenceyle doğuda Ermeni meselesini halletmeyi Ruslara bırakıyor. Fakat Kâzım Karabekir Mustafa Kemal'in bu kararına müthiş sinirleniyor ve bunu çok büyük bir politik saflık olarak niteliyor. Kâzım Karabekir, çok iddialı bir insan. Anılarında, Mustafa Kemal'in padişahın kızıyla evlenip, Harbiye nazırlığını da üstlenip devleti içerden kurtarmayı planladığını, ama kendisinin artık aktif tavır almak gerektiğini düşündüğünü söyleyerek "Mustafa Kemal'i Samsun'daki müfettişlik işine ben gönderdim, gitmeyecekti, ben ikna ettim" diyor. Sonra millî mücadelede yapılan her kötü şeyi Mustafa Kemal'e, her iyi şeyi kendi hanesine yazıyor, o başka. Gerçekten de Mustafa Kemal'in Samsun'a resmî görevle gönderildiği bilinir, ama amaç nedir, Pontus meselesini çözsün diye mi, yoksa "aman İstanbul'dan uzak dursun" diye mi, orası tartışılır.
Kuvayı Milliyeci denince akan sular duruyor. Düzenli ordudan önce millî mücadeleyi yürütenlerin hepsinin salt vatanperver, müdafaa amacıyla bir araya gelip silahlanan insanlar olduğunu söyleyebilir miyiz?

O dönemde düzenli ordu merkezî otoriteye, hâlâ İstanbul'a bağlı. Elbette çözülmeler var, disiplin bozulmuş. Asker kaçaklarının sayısının I. Dünya Savaşı'nın arifesinde 300 binlere vardığı söylenir, o kadar yılgın ve yorgundur yani halk. Bu kaçaklar köylerin başına beladır, yollarda ona buna tasallut ederler, çünkü yaşamak zorundalar. Kemalistler kendilerine bağlı birlikler kurmak için halktan bir nevi haraç toplamaya başlarlar, homurdanmalar başlar. Sonuçta, katillerden, soygunculardan başka uygun aday bulamazsınız cepheye sürecek. Bunun bir çözülme dönemi olduğunu çok iyi anlamak lâzım, o sırada her alanda müthiş bir kargaşa var. Ama bir de ideolojik önderlik yapanların zihniyeti var. O kişiler için düzenli orduyla faaliyet göstermek hakikaten ayak bağı. İstiyorlar ki, hızlı kararlar verilsin, en radikal olan kararları uygulatabilsinler. Bunun için de en uygun yapı elbette çetecilik örgütlenmesi. Böylece gizliliğin yarattığı avantajlardan faydalanıyorsunuz, hem gayrımeşru, hukuk dışı emirleri gözden kaçırabiliyorsunuz, hem de işler istediğiniz gibi gitmediği zaman cezalandırma, tasfiye gibi şeyleri gözlerden uzak yapma özgürlüğü veriyor bu size. Arka planda kişisel zenginleşmenizi de, statü sağlayacak eylemleri de yapabilirsiniz. Kendi efsanenizi yaratabilirsiniz. Bu yapılanma, millî mücadelenin ilk yıllarında hemen hemen her yerde var. Ege'de Demirci Mehmet Efe de eşkıya, Yörük Ali de. Bir ara "millî kahraman" mertebesine yükselen, sonra "hain" ilan edilen Çerkes Ethem'in bile pek çok eşkıyalık eylemi vardır geçmişinde. Mesela İzmir Valisi Rahmi Bey'in oğlunu fidye için kaçırmış, 50 bin lira karşılığı bırakmış. Şimdi, adam kaçırmalar, fidyeler, soygunlar sonunda dağa çıkmışsın, o sırada Mondros Mütarekesi'yle ülke üzerinde söz sahibi olan İtilâf Devletleri, eski hesapları görmek için harekete geçmiş, nasıl aklanacaksın? Meşruiyet ararken bir yere yamanıyorlar, merkezî hükümet de "elimizde ordu yok, bu eşkıyayı biz şimdilik orada kullanalım" diyor. Makedonya'dan gelme bir gelenek olan çetecilik, kısa süreli de olsa, o dönemde etkili olmuş. Biliyorsunuz, Abdülhamid iktidarını devirmek isteyenler sadece Balkanlar'daki milliyetçi hareketler ya da Ermeni milliyetçileri değil, bu arzuyu duyanların arasında Türkler de var. Abdülhamid'e kızan herkes işbirliği yapıyor. Balkanlar'da Makedon ve Bulgar milliyetçilerinin, doğuda Ermeni Taşnak milliyetçilerinin, İttihat ve Terakki'nin ittifakı söz konusu. Karadeniz bölgesinde de Topal Osman'da sembolize olan, İttihat ve Terakki'den miras bir çetecilik geleneği var. O da "vatansever", ama çok gaddar, çok haşin, çok acımasız bir adam.
Nereli Topal Osman?
Giresunlu. Mustafa Kemal'le 1919 temmuzunda görüşmeye gittiğinde Ermeni tehciri yüzünden aranıyor. Sanıyorum, cezasının affedilmesini Mustafa Kemal sağlıyor. Topal Osman'a "Pontus meselesini sen halledeceksin" diyor, görev veriyor. Bunları Hasan İzzettin Dinamo "Kutsal İsyan" kitabında "mangal yürekli Topal Osman" diye överek anlatıyor. Falih Rıfkı Atay ise "gemi kazanlarına attırıp yaktırmak", "mağaranın ağzını kapatıp ateşe vermek" gibi çok vahşi yöntemlerine birkaç satırla da olsa değiniyor. 3. Fırka komutanı Rüştü Bey, Lazistan mebusu Osman Bey veya Reji müdürü Rükneddin Bey'in Meclis'e gönderdiği mektuplardan, Topal Osman'ın, bölgeden kaçırttığı Rumların mülk ve bahçelerini kendisine, akrabalarına, dalkavuklarına tapuladığım, Rumların kasalarından çıkan Müslümanlardan toplanmış senetleri iade etmek yerine, senetleri tahsile gittiğini biliyoruz. Dahiliye Vekaleti'nin bir raporuna göre, Topal Osman, Samsun havalisinde 900 kişiyi bir mağaraya koyup öldürmüş. Yani, Topal Osman, sıradan bir milliyetçi liderden daha öte biri. Öyle bir bela ki, normal Türk milliyetçileri bile yaka silkmiştir. Vasil Usta ya da adını bilmediğimiz Pontuslu milliyetçi liderler sütten çıkmış ak kaşıktır demek istemiyorum, ama Topal Osman, Giresun havalisi için bayağı bir bela oluyor, Trabzon'a da sarkıyor. Burada yine Samsun ve Trabzon yörelerindeki "milliyetçilik" farklarını hatırlamak lâzım. Trabzonlular bunlardan memnun değil. Ama sonunda ne oluyor, Mustafa Kemal bütün şikâyetleri görmezden geliyor ve Topal Osman'ı Muhafız Taburu Kumandanı yapıyor. Meclis'te özel loca veriyor. Adam çapraz fişeklikler, tüfeklerle Meclis'e giriyor, sağa sola korku salıyor.



Topal Osman teröründen yılan, ama Mustafa Kemal'e de henüz bağlanmayan Trabzonlular o esnada ne yapıyor?

Trabzon'da Türklerin de bir projesi var. İstanbul'daki Trabzonlular, Şubat 1919'da Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti diye bir örgüt kurarlar. Bunlar, Hürriyet ve İtilâf Fırkası'nın adamları. Yani İttihat ve Terakki'nin muhalifleri ama, iki parti arasında pek ideolojik farklılıklar yok aslında. Biri liberal, öteki muhafazakâr gibi bir ayrım yok bence. Aynı hamurdan iki parti. Kişisel çatışmaları ayrı partilerde örgütlenme şeklinde formüle etmişler diye görüyorum ben. Neyse, Hürriyet ve İtilâfçılar, Trabzon'da bağımsız bir yönetim kurmayı hedefliyorlar. Trabzon valisi Mehmet Galip Bey, Damat Ferit hükümetiyle de ilişkilerim sürdürüyor, Mustafa Kemal'i öldürtmeyi planladığı duyuluyor. İbrahim Hamdi, Ali Naci, Eyüpzade Ömer Feyzi Bey gibi Trabzon eşrafından adamlar Erzurum Kongresi'nde Mustafa Kemal'e açıktan muhalefet ediyorlar. Avrupalı devletler nezdinde bağımsızlık propagandası yapmak için birkaç yazara para verip yazılar yazdırmayı falan düşünüyorlar. Prens Sabahattin'den esinlenmiş 22 maddelik bir programı Erzurum Kongresi'nde sunuyorlar. Yani o dönemde herkesin kendi ajandası var. Trabzonlu Türkler de Trabzon'da bağımsız bir Türk devleti kurmayı düşünüyorlar. Yani tutumları Pontuslu Rumların tutumundan pek farklı değil. Metropolit Hrisantos'la görüşerek, işbirliği yaparak orada bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Aralarında bir sözleşme yapıp idarî, adlî ve eğitim alanlarında iki toplumlu bir uygulamayı hayata geçirmeye çalışıyorlar. Hrisantos bu öneriyi Kara Vasıf aracılığıyla Mustafa Kemal'e gönderiyor, ama Trabzon'un siyasî kadroları Mustafa Kemal'in Erzurum'da boy göstermeye başlayan önderliğine itiraz ettiği için ardı gelmiyor. Trabzon delegeleri, Mustafa Kemal'in millî mücadelenin başında olmasını istemiyorlar. Fakat bunları Topal Osman, Deli Halit Paşa gibi adamlarla Mustafa Kemal bir korkutuyor, Trabzon'dan kaçmak zorunda kalıyorlar. Bu muhaliflerden bir tanesi, İzzet Bey, Sivas Kongresi'ne kadar gelmeyi başarıyor, hatta ilk Meclis'e mebus olarak giriyor, ama birkaç yıl sonra Ankara yolunda bir suikastte kimvurduya gidiyor.
Mustafa Kemal'i istememelerinin temel nedeni ne? İttihatçı olması mı?
Hem İttihatçı olması, hem de çok antipati çeken bir kişiliği var. Kibirli, kinci, kuşkucu, ukalâ gibi sıfatlarla anılıyor, ittihat ve Terakki içinde de pek sevilmiyor. Hareketin efsanevî lideri Enver Paşa'yla aralarında da kişisel uyuşmazlık ve ideolojik uyuşmazlık üst üste düşüyor kimi zaman. Onların deyimiyle "kurtuluş savaşı"nı örgütleyenler İttihatçılardır aslında. Ellerinde kalan son mevziyi savunmak güdüsüyle ve elbette İtilâf devletlerinin eline düşüp de Ermeni Tehciri suçlarından dolayı yargılanmamak, hapse girmemek için. Erzurum Kongresi'nden sonra, bir grup delege Mustafa Kemal'e bayağı ağır bir telgraf çekmişlerdir. Bunların arasında Trabzon delegeleri de vat. Mustafa

Kemal'in İttihatçılardan devraldığı bir miras var mı peki?
Mustafa Kemal'in pozitivizmi, despotik eğilimleri İttihatçılıktan gelir. Muhalefete tahammülsüzlüğü de, Türkçülüğü de oradan. Tasfiye politikaları da komitacılığın izlerini taşır. Mesela, Trabzon Valisi Galip Bey'le ilgili olarak kendisine "biz buna ne yapalım" dediklerinde, "beni karıştırmayın, ama bildiğinizi yapın" gibi bir cevap verdiği söylenir. Fakat bunların hepsi Mustafa Kemal'in siyasî dehası hanesine yazılır. Anakronik olmadan bakılırsa, o dönemde bunlar mubah sayılır; amacın "yüce" ise, "vatanı kurtarıyorsan", "halaskâran zabitan" sanıyorsan kendini, elbette hukuk dışı, meşruiyet dışı her şeyi yapman mubah görülüyor. İttihatçılık dediğimiz zihniyet burada ortaya çıkıyor. Mustafa Kemal'in İttihatçılıkla ayrıldığı noktalar, muhtemelen İttihatçıların ütopik, hayalperest projeleri ve kişisel çatışmalar. Enver'in ona bütün askerlik kariyeri boyunca yaptıklarını unutması da çok kolay değil. Onu sürekli ikinci plana, siyaset dışına itmesini, Sofya' daki pasif ataşelik görevine yollamasını hiç affetmiyor. Öte yandan da, bir devlet kurmanın çok kolay bir şey olmadığını pratikte görüyor.
İttihatçı iktidar geleneğiyle birlikte, Enver Paşa'da sembolize olan ütopik politikalar da son yıllarda değere binmeye başladı. Mesela Mete Tuncay bile, Mustafa Kemal'i dar ufuklu diyerek kötülüyor, Enver Paşa'yı neredeyse göklere çıkarıyor...

Mustafa Kemal çok sağlamcı, en ufak bir riske girmek istemiyor. Kâzım Karabekir'in onu eleştirdiği noktalardan biri de bu. Mustafa Kemal'i cesaretsiz olmakla ve işin askeri yanını küçümseyip sürekli iktidarı nasıl ele geçireceğine kafa yormakla eleştiriyor. O Meclis'te sürekli "ben nasıl Meclis başkam, devlet başkanı olurum" diye kafa yorarken, Batı cephesinin tümüyle çöktüğünü, kendisinin Ermenilere karşı atak tavırları olmasa idi, Gümrü Antlaşması yapılıp da Ermeniler Sevres masasından kaldırılmasaydı, savaşın hiçbir şekilde kazanılamayacağını söylüyor. Bu iddialarda mantıklı bir yan var gibi görünüyor. Ermenilerin bir şekilde safdışı edilmeleri, gerçekten de Doğu cephesini rahatlatıyor ve güçlerin Batı Cephesi'ne nakledilmesini mümkün kılıyor. Bölgede Pontuslu çeteler saldırılara geçtiği halde, Topal Osman dahi Sakarya Meydan Muharebesi'ne katılmaya çağrılmıştır. Yani ne kadar güç varsa hepsi Sakarya'ya gönderilmiştir... Mete Tuncay'ın söylediğinde şöyle bir haklılık payı olabilir: Milliyetçilerin küçük hedefler için savaşmak gibi bir huyları hakikaten yoktur. Megali İdea fikrine bakıyorsunuz, adam Kafkaslar'a kadar gitmeye çalışıyor. Türk milliyetçiliği de elbette bu kadar uçuktu, hayalperestti. Turan'a gitmek varken, Wilson'un 14 prensibiyle sana verilmesi büyük devletler tarafından da kabul edilmiş küçük bir toprak parçasının üzerinde devlet kurmak, gurur okşayacak bir şey değil gerçekten. Nitekim bugünkü "Musul niye bırakıldı" şeklindeki konuşmalar bu tatmin olmamışlığı gösteriyor. Enver, o açıdan duygulara daha çok hitap eden bir figür. Fakat o günün koşullarını, ordunun yapısını falan düşünürseniz, zaten zar zor kazanılmış bir savaş var. Arkada Koçgiri, Anzavur, Çapanoğlu gibi isyanlar var, Ermenilerin devlet kurma girişimleri var, Pontus meselesi var. Böyle bir ortamda belki de ancak bu kadarı yapılırdı. Ama bazıları Rusya'nın Enver'i Mustafa Kemal'i kontrol etmek için kullandığını söyler, bazı tarihçilerse, Mustafa Kemal'in hiç de imkânsız olmadığı halde Musul'u bırakmasıyla sonuçlanan gerçekçiliğinin, İttihatçı önderlere duyduğu kişisel antıpatiyle çizilmiş dar görüşlülük sınırında gezindiğini iddia ederler. Onlara göre, Enver'in ütopik planları İngilizleri ve Rusları, Mustafa Kemal'in "gerçekçi" planına razı etmekte önemli bir rol oynamıştır. Kâzım Karabekir de, farklı yollardan, benzer iddialarda bulunur. Bunlar üzerinde de durulabilir ama, tarih olmuş bitmiş bir şeydir, "eğer" tarihçiliği denilen şeyin pek anlamı yok.
Millî mücadele esnasında Yunanistan'da halkın durumu ne?
O noktada şunu unutmamak lâzım: 30 Eylül 1920'de bir maymunun ısırdığı bir yanlısı Kral Aleksandros 25 Ekim'de ölmüş. Venizelos tahta kimin çıkacağı tartışmalarını eşliğinde yapılan seçimi kaybetmiş ve 19 Aralık'ta Alman yanlısı Kral Konstantos Atina'ya dönmüştü. Yunan ordusu tu den nasibini aldı ve başıbozukluk başla. Sakarya zaferinden sonra Türk kuvvetlerinin kendine güveni geldi ve bir yandan Pontuslu çetecilerle çarpışmaya, bir yandan da Samsun yöresindeki sivil halkı iç bölgelere sürmeye başladılar Bu sürgünlerin Ermeni tehciri gibi kanlı olduğu hiç iddia edilmedi, ama yollarda hastalık, açlık ve yorgunluktan ölümlerin olduğu biliniyor. Malatya ve Harput yöresinde dağlara sığınmış Rum çetecilerin temizlenmesinden sonra Pontus meselesi tarihe gömüldü. Peki bu olayın bilançosu neydi? Genelkurmay raporlarına bakılırsa, o tarihte çetecilik olayına kansan Rum sayısı 11 bin civarında. Rum çeteciler tarafından öldürülen Türk köylü sayısı 1817. 1914 Osmanlı Salnamesi'ne göre Trabzon, Sivas ve Kastamonu vilâyetlerinde yaşayan 450 bin Rumdan 86 bini I. Dünya Savaşı sırasında Rusya'ya göç etmiş, 322 bini 1923 nüfus mübadelesi'yle Yunanistan'a gitmişti. Aradaki fark olan 65-70 bin Rumunsa, 1916-1923 arasında şu veya bu şekilde hayatını kaybettiği tahmin ediliyor.



Anadolu'da Rum çetecilerle ve Yunan ordusuyla savaşılırken, Yunanlıları destekleyen İngilizler ne yapıyor?

Bizde millî mücadele, "yedi düvele karşı verilmiş" antiemperyalist bir mücadele gibi düşünülür, ama sıradan bir gözle bile baktığınızda emperyalistlerle doğrudan savaş yapılmadığını görürsünüz. Zaten Mustafa Kemal'in pragmatik bir yanı vardır, hiçbir zaman anti-emperyalist söylemin esiri olup da "onunla görüşmem, bununla işbirliği yapmam" dememiştir. Hep Batılı devletlerle birlikte yaşama yolları aramış biridir, onun için de yönetimi meşruiyet zeminine kaydırıyor. Millî mücadele döneminde de İngilizlerle hiçbir çatışma yoktur, hatta Ege'de bir uyum vardır, Yunanlılara karşı karşılıklı paslaşma vardır. Ege'de direnişi örgütleyen Kâzım Özalp'in anılarını ve Hacim Muhittin Çarıklı'nın anılarını okursanız, bunları gayet açık görürsünüz. Sadece Yunanlılarla çatışılmışlar, ama onun da boyutlarını tam bilmiyoruz. Mesela I. İnönü Meydan Muharebesi diye bir savaş öğretilir bize. Keşif operasyonu sonucu doğan bir çatışma mı, yoksa muharebe mi, anlamak mümkün değildir. Her iki tarafın ölü sayısı 180 kişi kadardır, ki iddiaya göre Türk tarafı 12-13 bin asker, Yunan tarafı 18-20 bin askerdir. Sakarya Meydan Muharebesi'nde her iki taraftan 100'er bin kişilik ordular savaşmıştır, toplam şehit sayısı 3 bin değildir. Tum millî mücadede verilen şehit sayısı, Genelkurmay'ın rakamlarına göre 9900 kayıp civarındadır. Yanlış hatırlamıyorsam Ziya Enver Karal, "nerede Ermeni ve Rum tehdidi varsa, Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri orada kurulmuştur" gibi bir saptamada bulunur. Mesela Fransızlar 1921'den sonra antlaşmaları yapıp gitmişler, İtalyanlarla hiç çatışılmamış, onlarla da Yunanlılara karşı ittifak yapılmış, çünkü İtalyanların gözü olduğu yerlere Yunanlıların çıkarılması onların da tepesini attırmıştır. Yanlış hatırlamıyorsam, millî mücadele'nin önemli figürlerinden Refet Bele'yi Antalya'ya bir İtalyan gemisi götürmüştür, bazı direniş kadrolarım, malzemelerini İtalyan gemileri taşımıştır. İtalyanlar Yunanlıların İzmir'e çıkması üzerine Selçuk'u işgal etmişlerdi, misilleme olarak. Daha sonra Demirci Mehmed Efe Denizli'de terör estirdiğinde, şehrin ahalisi İtalyanlara sığınmayı bile düşünüyor. Fransa'da Clemenceau seçimleri kaybedip yerine Millerand gelince. Fransızlar Kilikya bölgesinden çekilmeye karar veriyorlar. Fransızların çekilirken geride beş uçak ve bolca mühimmat bıraktıkları biliniyor. Sanki Britanya'ya karşı savaşta kullanılsın diye bırakmışlar. O kadar nefret ederler aslında birbirlerinden. O sırada Helen hayranı Lloyd George'un başı, işçi sınıfının savaş karşıtı eylemleriyle dertte. ABD ise Başkan Wilson'un 14 ilkesi uyarınca başından beri Anadolu'da bir Türk devleti kurulmasına destek veriyor. Sonuçta geriye sadece Yunan orduları kalıyor, çünkü sadece onların ülkesinde kamuoyunun baskısı önemli değil. Sonuçta, Sakarya Meydan Muharebesi'nin kazanılmasından sonra Enver Paşa artık Anadolu hareketinin başına geçmekten umudunu keser ve Türkistan'a gider. Orada Kızıl Ordu tarafından öldürülünce Mustafa Kemal derin bir nefes almış olmalıdır.
Mustafa Kemal askeri ve siyasî zafer yolunda ilerlerken Trabzon millî mücadeleye nasıl dahil oldu? Trabzon'daki kadrolar bu mücadeleye nasıl kazanıldı veya tasfiye edildiler?
Gerek özerklikten yana olanların Topal Osmanlar, Deli Halitler gibi unsurların yardımıyla tasfiye edilmesiyle, gerekse Mustafa Kemal'in temsil ettiği hareketin bir güç odağı haline gelmesiyle ortaya çıkan çekim gücüyle, tek başına olmanın bir yere götürmeyeceğini de görerek merkeze doğru aktı birçok hareket. Ama tersine olan şeyler de var. Mesela hepsi de Trabzonlu olan Hüseyin Avni (Ulaş); Ali Şükrü, Ziya Hurşit, Ahmet Barutçuoğlu gibi unsurlar uzun süre Mustafa Kemal'le birlikte davrandılar. Ama ilk ikisi İkinci Grup muhalefetiyle, Ziya Hurşit hilâfet meselesinden, sonuncusu ise Hilâfet yanlısı Ali Şükrü Bey'in Topal Osman tarafından öldürülmesinden sonra Mustafa Kemal'le ters düştüler. Ali Şükrü, Birinci Mecliste Mustafa Kemal'e muhalefet edenlerin oluşturduğu ikinci Grup'un önemli figürlerinden biri. Hem hilâfetin kaldırılması konusunda, hem Lozan'da izlenen politikalar dolayısıyla Mustafa Kemal'i ve İsmet İnönü'yü çok sert eleştiriyor. Mustafa Kemal'in Hakimiyet-i Milliye gazetesine karşılık Tan gazetesini çıkarıyor. Hatta Mecliste birbirlerinin üstüne yürüyorlar. İstiklâl Mahkemesi yargıçlarından Kılıç Ali'nin anılarına bakılırsa, Mustafa Kemal, "bu tip adamlara dersini vermek lâzım" diyor. Bir süre sonra adam ortadan yok oluyor. Anlaşılıyor ki, Topal Osman bunu Mustafa Kemal'in kendisine armağan ettiği Papazın Bağı adlı yerdeki evine çağırmış, önce işkence etmiş, sonra öldürmüş.

Ve bu olay üzerine Topal Osman da tasfiye ediliyor...
Evet, Topal Osman'ın nasıl teslim alınması gerektiğine dair harekât planını bizzat Mustafa Kemal hazırlıyor ve Latife Hanım'la birlikte Çankaya Köşkü'nden ayrılıp İstasyon civarındaki eve çekiliyor. Alman tedbirin yerinde olduğu anlaşılıyor, çünkü Topal Osman teslim olmayı kabul etmediği gibi, Çankaya Köşkü'ne gidip öfkeyle her yeri kırıp döküyor. Bu cüreti nasıl gösteriyor derseniz, adam bir kere yıllardır özenle şımartılmış biri. İkincisi, muhtemelen "senin için yaptım, sen değil miydin bu tip adamlara dersim vermek lâzım gelen, şimdi niye beni harcıyorsun?" demek istiyor. 1923 1Nisan'ını 2 Nisan'a bağlayan gece, sabaha kadar süren çatışmada yaralı olarak ele geçiriliyor, hastaneye götürülürken yolda ölüyor. Nedense başı kesilerek alelacele gömülüyor, ancak Meclis daha önce katillerin Ulus meydanında idam edilmesi kararını oybirliğiyle aldığı için, başsız ceset mezardan çıkarılıp Ulus meydanında ayağından darağacına asılıyor... Ali Fuat Cebesoy, anılarında, Mustafa Kemal'in Topal Osman'ın "tepelenmesi" sırasında sessiz kalışım biraz imalı biçimde anlatır. O dönemde TBMM zabıt katibi olan Mahir İz, "Yılların İzi" adlı anı kitabında hem Ali Şükrü Bey'in yıpratıcı muhalefetinden, hem de artık hizmetine lüzum kalmayan Topal Osman çetesinden kurtulmak için bir taşla iki kuş vurulduğunu söyler. Mustafa Kemal'e ömrü boyunca sadık kalmış olan Falih Rıfkı, "Çankaya" kitabında, "Topal Osman da en sonunda nizamlı ordunun kıta kumandanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından ve Mustafa Kemal'in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur" der. Mustafa Kemal'in İttihatçı gelenekten ayrılmaya yönelik hamleleri de sayılabilir bunlar. Böyle delibozuk, çeteci tipleri safdışı edip yerine daha örgütlü, sistematik, meşruiyeti olan baskıcı bir yönetim mekanizması kuruyor, orduya dayanarak. Ama çetecilik son işlevlerini görene kadar bekliyor, her bir katresinden yararlanıyor.

Trabzon milletvekili Ali Şükrü de öldürüldükten sonra burada hiç muhalif unsur kalmıyor mu?
Trabzon, her zaman bir mesafesi, bir özerkliği olmuş bir yer. Millî mücadeleyle de gerilimli bir ilişkisi var. Mustafa Kemal, Ali Şükrü'nün öldürülmesinden sonra ailesine maaş bağlanmasına engel oluyor. Trabzonlular hiç affetmiyor bunu. Trabzon Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin önde gelenleri Mustafa Kemal'e savaş açıyorlar, gazetelerde ağır eleştiri yazıları çıkmaya başlıyor, bunlar 1923'te oluyor. Sonra bunlar merkezden yola getiriliyorlar, artık nasıl oluyorsa. Örgütün üst yöneticileri değiştiriliyor, Trabzon'a yeni yöneticiler atanıyor ve yola getiriliyorlar. Yani Trabzon, kendilerini tarif ettikleri gibi, millî mücadelenin başından itibaren kurucu, yapıcı bir unsur olarak yer almış bir bölge değil. Onların da belli bir ajandaları var. Ama bu bir anlamda doğal bir durum. Yani şimdi bunlara bakıp da galeyana gelmeye gerek yok. Tarihsel olaylar vardır, tarihsel aktörler vardır. Yoksa "hainler", "vatanseverler" olarak İkiye ayırmaya kalkarsak, bazıları bu lafların altında kalabilirler.

Bugün niye Trabzon millî mücadelenin başlıca taşıyıcı unsuru gibi algılanıyor?
Bu karmaşık geçmiş, bu sancılı ilişkiler yumağı, bir de dönme olmak, ihtida etmiş olmak ihtimali, kökeninden emin olamamakla birleşiyor olabilir. Hemşinli için Ermeni, bir başkası için Rum dönmesi, öteki için Gürcüden bozma deniyorsa bir yerde, kuşkun da varsa, milliyetçiliğin yeniden moda olduğu bir dönemde, kendini ispat etme endişesine düşersin. Bu, Trabzon yöresinde çok rastlanan bir şey. Bunu günlük dilde de görmek mümkün, hemen "aslında Pontus diye bir şey olmadığını", veya "o mezar taşlarında yazılan şeyin aslında yanlışlıkla öyle yazıldığım" anlatıyorlar. Sürekli bir şeyin "aslında ne olduğunu" anlatmaya çalışıyorsan "asim" konusunda bir endişen var demektir. Bir de o yörede bu korkuları günlük dile taşıyan, bunları stratejik planlara bağlayan bir ekip varsa, sokak milliyetçiliği için çok uygun bir ortam bulunmuş demektir. Bunun altında tabii silah kaçakçılığından uyuşturucu kaçakçılığına, fuhuş sektörüne kadar birçok olumsuz faktör var.

Peki "Trabzon'u bir pilot bölge olarak seçenlerin", burayı yeniden Pontus yapmak isteyenlerin payı ne kadar?
Trabzon'un bu hale gelmesinde, Hrant Dink suikastinde en az payı olanlar herhalde yabancı ajanlardır. Bugün Pontus Rum devletini canlandırmak mümkün mü? Kaç Rum kalmış ki zaten? Trabzon'da 150 kadar Rum ya var ya yok. Samsun'da veya Giresun'da hiç kalmadı. Yunanistan istihbaratının yıllar önce Trabzon'daki Rum kökenli gençleri alıp Yunanistan'da eğittikleri doğru, ama hepsini eğitse ne olur, topu topu birkaç yüz kişiden söz ediyoruz. 1900'lerin başında hem 1 milyon 200 bin kişilik bir halk varken, hem silahlı örgütleri varken, hem uluslararası politik ortam buna müsaitken, hem Yunan olduları Ankara önlerine kadar yürümüşken, orada bir türlü bağımsız devletini kuramamış bir hareketin, bugün antropologların inceleme yapmasına bile değmeyecek kadar küçülmüş bir grubun, üç-beş -haydi Özdağ gibi 25 diyelim- istihbaratçının kışkırtmasıyla bir devlet kuracağını düşünmek hakikaten ciddi bir patolojik duruma işaret ediyor. Üstelik bunları iddia edenler, günümüzde devlet denilen kurumu adeta kutsal ve her şeye kadir olarak tanımladıkları halde. Onların lafına kulak asacak olursak, ülkenin 600 bin askeri, 100 bini aşkın emniyetçisi, binlerce istihbaratçısının eli armut topluyor.



Yine de, onların bu kaygısı insanı meraka sevkediyor. Bu kaygılarında haklılar mı? Trabzon tarihinin belli bir döneminde orada bir Türk iskân hareketi olmuş mu?

Aslında Trabzon'u bir Rum ülkesi olarak tarif etmiş görünüyoruz, ama konuyu buraya getirmemin nedeni, Ümit Özdağ ya da benzerlerinin sürekli bu ülkenin Türklerin vatanı olduğunu söylemelerinden. Yani birileri sürekli kendini etnik kimlikle tarif edince, onlara bu tarihi hatırlatmak farz oluyor. Yoksa bunun hiç önemi yok. Bir bölge M.Ö. bilmem kaç tarihinde X halkının ülkesidir, sonra Y halkına geçmiştir, ama son bilmem kaç yüzyıldır da Z halkı oturuyordur. Simdi

kalkıp da, buranın tapusu Yahudilerdedir demeye kimsenin hakta yoktur. Aksine, o bölgede nasıl çokkültürlü bir ilişki geliştirilir ona kafa yormak gerekir. Trabzon'a gelince, evet, tarihin bir döneminde Rumlara aitmiş, ama sonra Türkleşmiş. Zaten nüfus kayıtları da bunu gösteriyor. Muhtemelen III. Murad devrinde, yani 1580'lerde Türkmenlerin iskân ettirildiğini sanıyorum. Gen haritası olarak bakarsanız ırkçılar için üzücü şeyler çıkabilir belki ama, kültür olarak bakarsanız, bugün orada Türk kültürü egemendir. Neredeyse hiç başka bir kültür yok, sadece Sünni Türk kültürü var. Alevilik de yok, Kürt de yok Trabzon'da. Sanıyorum, bu yüzden kendilerini çok özel, bozulmaması gereken bir yapı gibi algılıyorlar. "PKK'ya 150 şehit verdik" diyorlar ve bu sayı bir anda Trabzon için korkunç bir rakam oluyor. Ve karşı tarafta, mesela Diyarbakır'da kaç ölü olduğu önemini kaybediyor birden.

Geçmişinden emin olamamanın ya da bunu kabul edememenin ötesinde, Trabzon'da Türklük duygusu neden bu kadar baskın? Cumhuriyet tarihi boyunca nasıl bir dönüşüm yaşanıyor Trabzon'da?
Onu çok bilemiyoruz. 1923 mübadelesiyle hem nüfus saflaştırılıyor, hem de bir servet dönüşümü sağlanıyor. Ama Trabzon hiçbir zaman o eski şaşaalı günlerine kavuşamıyor. Bu, Türkiye'nin her yöresinde yaşanan bir olay. Gayrimüslim unsurların zanaatkar olması, ticarette uzman olması, dış ilişkilerinin güçlü olması gibi bazı avantajları vardı. Bu beceriler, Türk Müslüman burjuvazisine otomatikman aktarılamıyor. Bu da ekonomide sürekli geriye çekilme, küçülme anlamına geliyor.

İsterseniz yine biraz geriye dönelim: 1908'de bir özgürlük, eşitlik, kardeşlik havası esiyor, ama bu durum kısa sürüyor. Siz bir de 1908'in karanlık yüzü bulunduğunu söylüyorsunuz...

Halk kesimlerinin alttan gelen, sosyal, ekonomik taleplerinin vücut bulduğu bir hareket değildi İttihat ve Terakki Cemiyeti. Nitekim yöntemleri de böyle, vur-kaçla üstten otoriteye sahip olmak şeklinde. İttihatçıların ilk projelerinde Abdülhamid'i hâl etmek vardı mesela, bunun için Taşnaklarla ittifak da kurmuşlardı. Taşnaklar için Abdülhamid çok büyük bir düşman. 1894-96'da Urfa olaylarında Abdülhamıd'in Hamidiye Alayları'nın önderliğinde Kürt aşiretlerinin Ermenileri ciddi olarak kıydığı, mallarının Kürtlere transfer olduğu bilinir. Taşnaklar da bunları geri almak hayali içinde İttihatçılarla ittifak yapıyorlar. Abdülhamid rejimini alt etmek, yerine halkların biraz daha özerk yapılarla temsil edildiği yeni bir düzen kurmak istiyorlar, ama İttihatçılar iktidarı ele geçirir geçirmez bu projeden vazgeçiyorlar. Abdülhamid'i hâl etmek yerine mesela, gider onunla konuşurlar, Abdülhamid de hemen Meşrutiyeti kabul eder ve herkes şaşakalır. Daha sonra İttihat ve Terakki kilit noktalara adamlarını yerleştirip cemiyet olarak arka planda kalmaya soyunur.

Yönetimi devralmaya aday bir kadro olmadığı için mi, taktik olarak mı?

Parti bile yok bence ortada. Bir çete mi, komita mı, parti mi tartışması halen yapılır. Hatta bir anekdot vardır, Yakup Kadri anlatır galiba: Talât'la Enver sohbet ederken yanlarına Ziya Gökalp gelir, "buraya bunu atayalım, şuraya şunu" diye konuşurlarken Gökalp "yahu önce, partileşmemiz lâzım, bir ideoloji etrafında örgütlenmiş bir yapıya ihtiyacımız var" der. Bunlar "Ziya Hoca yine kızdı bize" diye adamı makaraya alırlar, sohbetlerine devam ederler. Böyle komita aracılığıyla yönetmeyi çok pratik bulurlar ve ıslahatçı yanları bile neredeyse gerilemiş durumdadır, ıslahat işleri bile Osmanlı ricalinden adamlara, Kâmil Paşa'ya, Mahmut Şevket Paşa'ya kalır. Bunların tek derdi, "iktidarı nasıl elimizde tutacağız "dır. Grev kanunu, Basın Kanunu, Cemiyetler Kanunu, yok Serseriler ve Zanlı Kişilerle İlgili Kanun, yok Müslüman Olmayan Vatandaşların Askere Alınmalarıyla İlgili Kanun diye bir dizi baskıcı kanun çıkarırlar. Sonunda 31 Martı bahane ederek Ahrar Fırkası'nı kapatırlar. Hasan Fehmi, Ahmet Samim gibi gazetecilerin öldürülmesi ülkeyi terörize ederken, onlar da iktidarı tepeden ele geçirmeye gayret ederler.



Bu yöntem İttihatçılara has bir yöntem mi, yoksa muhalifleri olan Ahrar Fırkası ve ardılları da bunu paylaşıyor mu? Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesinde de muhaliflerin parmağı olduğu söylenir mesela...

Çok iyi hatırlattınız. Hatta siviller, aydınlar da onları destekler. Daha da ileri gideceğim, yöntemleri muhalefetçe de desteklenir. Bu ülkenin siyasî kültürü böyledir çünkü. Meclis-i mebusanda konuşan Kirkor Zohrap'ın bir konuşmasında "işbirliği yapabileceğimiz daha liberal bir parti var mı? Ahrar ve Mutedil Hürriyetperveran partilerinin yönetimleri dinci ve gerici unsurlarla dolup taşmaktadır" der. Talât Paşa, anılarında, Mahmut Şevket Paşa için "öldürüleceğini biliyorduk" diyor, ama belli ki bu olayı önlemeyerek muhalefeti sindirmek için kullanmayı düşünmüşler. Osmanlı, sınıf hareketinin olmadığı bir toplum yapısı, problem burada. Alttan gelen bir şey yok, her şey üstyapıda, devlet içinde olup bitiyor. Siyaset, kliklere, hiziplere, hatta kişiler arası çatışmalara indirgeniyor. Devleti daha rasyonel biçimde örgütlenmeye zorlayan bir baskı grubu yok. Ve aşağıdan kopuk olan devletin rolü güçleniyor sürekli. Böylece devlet, aşılamayan bir varlık haline dönüşüyor. Bizdeki devlet bence "Kafkaesk" bir oluşum ve kendi içinde dejenere oluyor. Vahdettin'in kendini "sürünün çobanı" olarak tanımlaması ya da Mustafa Kemal'in bütün ömrünü halk yoldan çıkmasın diye otoriter rejimi tahkim etmeye adaması arasında bir ilinti var. Vahdettin meşruiyetini monarşilere atfedilen tanrısal kutsiyetten alıyor, tamam. Ama diğerleri kendilerini güya halk adına hareket eden "içtimaî tabipler" olarak tarif ediyorlar. Fakat bu Aydınlanmacı misyonun içinde sınıf mücadelesi yok, bilim yok, ekonomi-politik yok, sadece ideoloji var. O da çok sığ bir ideoloji, toplum değil, millet değil, devlet eksenli bir ideoloji. Millet burada meze, ya da bir terminolojik süs.

İttihatçılık, I. Dünya Savaşı'nın bitimiyle beraber, cumhuriyetten sonra da artan bir şekilde adeta bir küfür addedildi. Ama son zamanlarda kendini İttihatçı geleneğin devamı olarak gören, İttihatçı yöntemleri yücelten kişi ve örgütler artıyor. Bu kişiler aynı oranda Mustafa Kemal'i de sahipleniyorlar. Kemalist dönemle İttihatçı dönem arasında nasıl bir süreklilik ilişkisi var?

Herhalde en önemli ortak payda, devletin yüceltilmesi, kutsal bir konuma sokulması. Ben bunun bir parça Moğol-Türk geleneğinden Osmanlı'ya taşınan bir gelenek olduğunu düşünüyorum. Sınıfsal ayrışmanın olmadığı bir yerde de devlete yapılan vurgu, ikincisi, devlet ne zaman anlamlı olur? Bir toprak parçasıyla anlamlı olur. Devletin önemini vurgulamak için sürekli bu toprağın tehlikede olduğu vurgusu yapılıyor, bu da bir ortak payda. İçe dönüp "biz nerede hata yaptık" demek yerine, içinde bulunulan durumu kendisine dışarıdan yöneltilen bir saldın olarak tanımlıyor. Tabii koruman ve kurtarman gereken şeyin adına devlet diyorsan, ordu çok önemli bir hale geliyor, çünkü silah elinde, ordunun belli bir hiyerarşik yapısı var, efsane yaratmaya da çok uygun düşen bir oluşum ve onu yüceltiyorsun. Elinde çekiç varsa, sorunlar birden sana çivi gibi görünmeye başlıyor. Artık o sorunları sosyolojik evrimine bırakmaya ya da siyasî bir yapı içinde çözmeye çalışmıyorsun, askerî bir şekilde çözmeyi çok daha pratik buluyorsun. Ve muhalefete tahammül edememeye, özgürlükleri çok gereksiz, engelleyici, hatta tehlikeye düşürücü bulmaya başlıyorsun, her farklı görüşü hainlik diye yaftalıyorsun. Bu da bir ortak payda olarak gelmiş, çünkü İttihatçıların muhalefete tavrıyla Kemalistlerin tavrı birbirine çok benziyor. Birinci Grup'un Cumhuriyet Halk Fırkası'na ve Partisi'ne dönüşmesi, diğer bütün kesimlerin "hain" "saltanatçı", "hilafetçi", "ayrılıkçı", "gerici", "komünist" diye damgalanması ve tasfiye edilmesini hatırlayalım. Gerektiğinde hukukî kılıfa sokuluyor ama, bazen de çetecilere havale ediliyor iş. Bir başka ortak payda, kuvvetler ayrılığı prensibine inanmama. Parlamentonun yasama, yürütme ve yargıyı tek elde toplayıp bunun da Ebedî Şefin şahsında somutlanması var, yani padişahın bir çeşidini üretmek söz konusu. Sıkıyönetim yasaları, mahkemeleri, böyle bir baskı mekanizması kuruyorsun. Her türlü fikir özgürlüğüne dur diyorsun, Takrir-i Sükûn diyorsun, ses çıkaranı İstiklâl Mahkemesi'ne yolluyorsun. Ordu her an elinin altında, paşalar, komutanlar ya milletvekili ya bakan. Mustafa Kemal de ancak İzmir Suikasti'nden sonra, 1927'de askerlikten istifa ediyor. Yani hem ideolojide hem pratiklerde bir süreklilik var. Sonra Demokrat Parti döneminde bir esneme oluyor, ama o da 6-7 Eylül Olayları'nda veya polis baskılarında olduğu gibi otoriter politikalara yöneliyor. 1960 darbesi, Babıâli baskınının tekrarı gibi. Zaten sonrası da çorap söküğü gibi geliyor. Talât Aydemir meselesi, 12 Mart muhtırası, 12 Eylül darbesi, 28 Şubat olayı... Ordunun ve devletin yüceltilmesi fikri, artık açıkça ifade edilir olmuş.



Şimdi de bir darbe olsa kimsenin tuhafına gitmez herhalde. Nitekim 28 Şubat oldu, bitti...

Evet, Sincan'da tanklar gitti geldi, kimse garipsemedi. Şemdinli olayının ertesinde Yaşar Büyükanıt, kendisinden çok daha alt rütbeli bir subay olan Ali Kaya için "Kuzey Irak'taki operasyonlardan tanırım. İyi çocuktur" dedi. Ali Kaya'yı yargılayacak mahkeme bulunamaz oldu, birbiri ardına görevsizlik kararlan verildi. Sonra ceza aldı, ama temyizden döndü mü, bilmiyorum. "Kıbrıs'ta Lokmacı Geçidi açılamaz" dedi, Mehmet Ali Talât istifa edecek hale geldi, hükümetten, basından, muhalefetten ses çıkmadı. Ordunun görevi, durumu güvenlik açısından değerlendirmektir, bunun siyasî sonuçlarını değerlendirmek orduya düşmez, siyasetçilerin işidir. Ama kimse de bunu garip bulmuyor, çünkü çok içselleştirimiş bir şey. "Devleti korumak lâzım, bunu da en iyi ordu yapar" zihniyeti bu.



JİTEM bir kapalı kutu. Buradan ordu mensubu olarak bir tek Cem Ersever'i bilebiliyorduk. Veli Küçük gibi isimler netice itibarıyla emekli komutanlar olarak meşru bir zeminde yaşıyor. Şemdinli'de yakalanan Ali Kayaya kadar bir ordu mensubu resmen karşımıza çıkmamıştı...

Epeydir JİTEM'in varlığına dair izler var aslında. Cem Ersever'in ve Abdülkadir Aygan'ın itiraflarından biliyoruz örgütün marifetlerini. Topal Osman efsanesini tekrar parlatan adam da Veli Küçük. Giresun'da jandarma bölge komutanıyken bir heykel sipariş ediyor, bazı nedenlerle CHP'li belediye başkanı bunu kullanmak istemiyor, sonra heykel dikiliyor. Aynı yıl Giresun Kale'sindeki Topal Osman kitabesinde, "Pontusluları temizlediği için" diye Osmanlıca bir ibare silinip yerine "millî güvenlik siyasetine uygun" bir yazı konuyor. Yani Veli Küçük, o geleneğin doğrudan mirasçısı. Adam ordudan veya Mustafa Kemal'den değil, tam Topal Osman damarından, billurlaşmış kötülüklerin failinden yakalıyor geleneği. Bu durum da, çok tehlikeli bir insan olduğunu düşündürüyor. Önce Susurluk olaylarında tanıdık onu. Meclis'in Susurluk Komisyonu'na gitmedi, kimse bir şey diyemedi. Sonra mafya liderleriyle, uyuşturucu kaçakçılığıyla duyduk adını, hakkında soruşturma bile açılmadı. 2005'te Azerbaycan'a gidip Ermeniler'e karşı çetecileri eğitiyordu, Azerbaycanlı resmî yetkililer ona "millî kahramanımız" dediler. Genelkurmay Başkanlığı üç kişilik bir komisyon kurup kendisini soruşturdu, ama "suç unsuruna" rastlamadı! Böylece en üst seviyeden aklanmış oldu herhalde. Son olarak Hrant Dink cinayetindeki "psikolojik" rolüyle gündeme geldi. Hâlâ bir soruşturma geçirdiğini duymadık.



Bu arada, JİTEM'in faaliyet alanları da, JİT'le, EMASYA protokolleriyle bir anlamda meşrulaştı...

Evet, hem sonuçta JİTEM değil de, MİTEM olur, zihniyet aynı kalır. Bu durumun geniş halk kitlelerinde gördüğü kabul insanı ürpertiyor. Can Dündar'ın programında eski MİT İstanbul Başkanı Nuri Gündeş'i gördünüz mü?



Evet, itirafçı gibiydi...

Böyle bir şeyi organize edeyim deseniz olmaz, (gülüyor) Oturuma katılan konuklar bile infiale düşmediler. Sakin sakin yanıtlamakla yetindiler. "Ateşe kovayla su döken suçlu da olsa ne olacak" diyor, karşısındakiler de "efendim sizi tenzih ederim ama..." diye açıklamalar yapıyorlar. En radikal itiraz, yurtiçinde yapılması ihtimaline geliyor. Yani yurtdışında olursa mubah.



O programda da "derin devlet ne" diye soruyorlardı, ama göz önünde bir yapılanma gibi aslında...

Aslında "derin" bir yapı yok ortada Devletin bütün kesimlerince payla bir ideoloji var. Ancak, devleti kon. öylesine patolojik bir boyuta varmış ki. her yönüyle çürümesi, dejenere olması, kokuşması söz konusu. "Kafkaesk" bir durum bu. Türkiye'deki büyük burjuvaziye bakılırsa, onlar memnun değil bu düzenden. İşçi kesimi de -sınıf demeye dilim varmıyor- istemiyor. Peki kim destekliyor bunları da ayakta duruyorlar? İşte devletin sınıflardan bağımsız bir oluşum olduğunu buradan anlıyoruz. O organik bağ kurulmadığı sürece de bu yapı kolay kolay değişecek gibi gözükmüyor. Marksist teori, devletin bir üstyapı kurumu olduğunu öğretmişti. Güya altyapı devleti belirliyor, o da altyapıyı etkiliyordu. Bu ülkede bu türden bir ilişki yok iki yapı arasında. Bu durumun AB ile ilişkiler ilerledikçe rasyonelleşeceğini düşünüyorum. Ekonomik gelişme, sınıfsal yapıların daha belirgin hale gelmesine yardımcı olacak, bu kesimler siyasete el koyacaklar diye umuyorum. Ama elbette yolumuz uzun. Çünkü karşımızda devlet gibi çok örgütlü, ordu gibi hem örgütlü hem silahlı gruplar, bunlara dayanarak "siyaset" yapanlar var. Bir de sanki onlar adına davranıyormuş gibi gözükenleri eklerseniz, işimiz iyice zor.


İTTİHATÇILARIN ERMENİ POLİTİKASI VE MUSTAFA KEMAL'İN ERMENİ SORUNUNA BAKIŞI

Ermenileri atacağız ama, makineler duruyor
Tehcirden önce Ermeni toplumundaki milliyetçi hareket ne düzeyde? En azından iki ayrı hareketin, Taşnakların ve Hınçakların varlığını biliyoruz...

Ayşe Hür. Değişik kanatlar var, evet, bunların arasındaki başka gruplar da var. Anayasal Ramgavar Partisi mesela, adından da anlaşılacağı gibi, Avrupa tipi anayasacı bir parti ve amacı Kanunu Esasi'ye güç kazandırmak. Kiliseyle ilişki kurup milliyetçi taleplere uzak duruyorlar. Kilisenin bu tavrı hâlâ milliyetçilerce affedilmiş değildir. Tehcirin ilk başında öldürülen Kirkor Zohrap, iki parti ve Osmanlılar arasında uzlaşma arar. Hınçaklar Hürriyet ve İtilâfçılarla, Taşnaklar İttihat Terakki Cemiyeti'yle (İTC) işbirliği yaparlar. Ama iki Ermeni veya iki Türk partisini bir araya getirmek mümkün değildir. Taşnakların içinde de iki grup var, ılımlılar ve radikaller. Tehcirden sonra radikaller ılımlıları suçlarlar, "siz saf davrandınız, İttihat-Terakki'nin sözlerini tutacağını düşündünüz, toplumu silahsızlandırdınız, bu yüzden geldi bunlar başımıza" derler. Ilımlılar da radikalleri suçlarlar, "siz ipleri germeseydiniz, Ruslarla işbirliğine gitmeseydiniz, bunlar olmayacaktı" derler. Ama sonuçta, belli bir noktada işbirliği yapmış rakipler de vardır. Yani tarihe bakarken, bu ayrımları görmezden gelirsek gerçeği ıskalarız.



Sizce İttihat ve Terakki hangi noktada Anadolu'dan Ermenileri temizlemek istedi? I. Dünya Savaşı'nın ve Rus cephesinin etkisiyle mi, yoksa hep böyle bir niyetleri var mıydı?

Ermeni meselesinin Jön Türklerin ajandasına girmesi çok önce olmuştu. Şükrü Hanioğlu'nun bir uyarısını hatırlıyorum: "İttihat-Terakki'yi analiz ederken yalnız kamuya açık beyanatlarıyla hareket etmemek lâzım" diyor. Kamuoyuna mesajlarını iletirken kullandıkları bir dil ve kavramlar var, bir de kendi aralarında yürüyen bir söylemleri ve zihniyet örüntüleri var. Trablusgarp'ın kaybedilişi tetikleyici olmuşa benziyor, çünkü 1911'deki İTC 4. Kongresi'nde devletin Türk esaslı olması gerektiği netleşmeye başlıyor. Bu tarihten itibaren küçük küçük tasfiyelere başlıyorlar. Ege bölgesinde Rumlar adalara kaçırtılıyor. Doğu'da Arap ve Süryanileri sürüyorlar. Bu, Anadolu'yu saflaştırma projesini o zamandan uygulamaya başladıklarını gösteriyor. Balkan yenilgisinden sonra tedbir almak şart oluyor. Doğu Anadolu'da da İttihat-Terakki'den ümidini kesmiş radikal Ermeni milliyetçilerin mevziler kazanmaya başlaması, imparatorluktan Anadolu'yu bile elinde tutamayan bir yapıya geçme tehlikesi oluşturuyor, ki Enver'in aklında Turan imparatorluğu var. Ermeniler tampon gibi, çok kötü bir yerdeler. Kürtler ne de olsa Müslüman kültürü içinde veya işbirliğine, pazarlıklara açık bir yapıları var, aşiret ilişkileri, şeyhlik gibi toplumsal başkaldırıları etkisiz hale getirebilecek mekanizmaları var. Ama Ermeniler hem gayrimüslim, hem de Rusya'yla ve Batılı güçlerle tarihten gelen ilişkileri var; bu, İttihatçıların gözünü daha çok korkutuyor. Ve radikal bir şekilde gidiyorlar Ermenilerin üzerine. 1914te artık Osmanlıcılıktan falan söz edemeyiz. Bu ideolojik transformasyon da bir yıl içinde olmuş olamaz zaten.



Yani İttihat ve Terakki ideolojileri öyle gerektirdiği için mi Anadolu'yu Ermenilerden temizliyor? Mesela bazı Ermeni kurumlarının, çetelerinin faaliyetleri bu kararda etkili olmuyor mu?

Diğer taraf da boş durmuyor elbette. Anayasal Ramgavar Partisi, ki içlerinde en meşruiyet yanlısı olan, Trabzon ve Iğdır üzerinden Ermeni vilâyetlerini silahlandırırken Kilikya'ya da silah göndermeye çalışıyor. Venizelos'un yardımıyla temin edilen büyük bir parti, Kilikya sahili yakınlarında bir Alman kruvazörü tarafından engelleniyor. Savunmaları, "Türklerin olası saldırısına karşı korunmak". Hınçaklar da aynı gerekçeyle silahlandıklarını söylüyorlar. 0 zamanki atmosferi kestiremiyor olabiliriz belki, ama bugünden bakınca her iki tarafın da rolü var diyenleri de anlayabiliyoruz. Taşnaklarsa Avrupa'yı daha çok yardıma çağırıyorlar. İttihatçı rejim, 8 Ocak 1914'te uluslararası baskılarla doğu vilâyetleri için önemli bir reform planı imzalamak zorunda kalıyor. Aslında doğu vilâyetlerinde reform meselesi, itilâf ve İttifak devletleri arasındaki çıkar çatışmasının yeni bir malzemesi, ama Ermeniler artık ok yaydan çıktı diyerek, taleplerini genişleterek devam ediyorlar. İTC'nin cevabı, taşrada Çerkeş ve Kürtleri öne sürerek Ermenilere karşı baskı ve yıldırma harekâtına girmek oluyor. 1914 ağustosunda İTC yetkililerinin Taşnakları Erzurum'daki 8. Dünya Kongresi'nde ziyaret edip Rus Ermenilerini Türklerin yanında yer almaya ikna etme karşısında bağımsızlık vermeyi vaat etmeleri olayı var, ama o sıralarda uluslararası koşulların kendilerinden yana olduğunu düşünen Taşnak liderleri hayır diyorlar. Taşnakların Anadolu'yla ilgili talepleri demografik rakamlara değil, Anadolu'daki tarihsel iddialarına dayanıyordu, Anadolu'da çoğunluğa sahip değiller, işte zurnanın zırt dediği yer burası, çünkü Osmanlıların diğer sömürgeci güçler gibi çekilebileceği bir yurdu yok. Bu yüzden diğer halkların Anadolu'dan tard edilmesi gerektiğini düşünüyorlar.



Hiç Ermeni meselesine bulaşmamış olmasına rağmen, Mustafa Kemal'in de başından beri bu Türkçü düşünceye sahip olduğunu söyleyebilir miyiz?

0 da İttihat-Terakki üyesi. Ama Enver'in orduda nüfuzu büyük, bir de padişah damadı. Mustafa Kemal o açıdan alt sınıflardan gelme bir insan. 1910'dan sonra kapıların "asil olmayanlara" da açılmasıyla Harbiye'ye girebilmiş kesimden. Kişilik olarak da daha stratejist, daha içe dönük bir tip. Enver'in yanında parlama imkânı bulamamış; elini Ermeni kanına bulaştıracak pozisyona gelememiş demek belki daha doğru. Anadolu hareketinin başına bizzat İTC'nin devam örgütü, Karakol tarafından gönderildiği biliniyor. Yani onların mutemet adamlarından. Ama sonra bu vesayetten bir şekilde kurtulmuş. Daha sonraki beyanatları hiç dostça değil, bence Ermenilerin tasfiye edilmesine sahip çıkıyor. Son derece konjonktürel davranmış. 1918'de "faza-hat" demiş, 1919'da bir yandan "Ermeni kıtaline karışanlar yargılanmalı" demiş, bir yandan "Ermenilere bir karış toprak bile vermeyeceğiz". 3 Temmuz 1920'de Meclis'teki gizli oturumda "Eskişehir'de imalâthanede Ermeni olduğundan bahsedildi. Bunları mutlaka atmak taraftarıyız. Fakat, Rum, Ermenileri atmakla bütün makineler duruyor. Böyle bir zaruret yüzünden onları değiştirmek mümkün olamıyor" diyor. 3 Ocak 1921'de yine Meclis'te Ermenilerin silahlarını teslim etmeleri konusu konuşuluyor, Mustafa Kemal Ermenilerden "renksiz millet" diye söz ediyor, Hüseyin Avni Bey -ki kendisi "ilk Türk demokratı" diye takdim edilir- "hileci millet" diyor, Mustafa Kemal bu lafa da onay veriyor. 16 Mart 1923'te Adana esnafına seslenirken "Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır" diyor. 1927'de kalanların mallarını müsadere eden yasaları onaylıyor vs... Adana konuşmasının tamamını okusanız, Ümit Özdağ'la buluştukları noktaları görebilirsiniz. Ermeni veya Rum tecdidi, Türk ve Müslüman unsurları Anadolu savunmasında seferber etmek iç -iyi bir motivasyon kaynağı. Öte yandan Anadolu'nun saflığına, bir Türk devleti kurulmasına Mustafa Kemal de çok önem veriyor, hiç öyle çokkültürcü filan değil. Güneş Dil Teorisi'ni, Türk Tarih Tezi'ni hatırlayın. 1934'te Mimar Sinan'ın mezarını açıp, kafatasını ölçüp Türk mü yoksa Ermeni mi diye araştıran heyet onun emriyle kuruluyor. Bizim kurucu meclisimizde bir Ermeni, bir Rum mebus var mı? Hepsi Müslüman Türk. 17 Aralık 1908'de açılan Meclis'te 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi üye vardı. Ama Birine ve ikinci Meclis'te hiç gayrimüslim yok. Tüm cumhuriyet tarihinde bir-iki Erme" bir-iki Yahudi milletvekili ancak var. Tür. milliyetçilerini yatıştırmak için "bak. Atatürk de şöyle demiş" demek bara bumerang gibi geri tepecek bir şey gibi geliyor. Ermeni devleti veya kırım hakkında hiç hoş olmayan şeyler de söylediğini biliyoruz çünkü.


"Kalkmış güzelim sabaha açmış penceresini,
Daglga köpüğü Trabzon evlerinden biri,
Silkemiş düşlerini pencereden,
Bakmış evinin ayak ucunda,
İnce bir örtü mavi deniz."

Ceyhun Atıf kansu